Yeşil Mavi

Ercan Taş, Öyküler

Dört Tane On

Şarkı dinlerken sözlerini yanlış anladığımız zamanlar olmuştur. Bir de bu yanlışları hasbelkader başkalarının yanında mırıldanma gafletinde bulunmuşsak, insanların kahkahaları arş-ı âlâya çıkar da çaresiz kalırız bu durum karşısında. Sahi, sizin sözlerini yanlış anlayarak söylediğiniz şarkı sayısı kaçtır? En fazla bir elin parmakları kadarsa sorun yok ama iki elin parmaklarını geçiyorsa işte orada durun derim. Hazır siz durmuşken ben konuya devam edeyim.

Benim hiç insanlar önünde, yanlış sözlerle şarkı söylediğim olmamıştır mesela. Olmamıştır derken, hep hatasız söylerim anlamı çıkmasın lütfen! Sesim şarkı söylemeye elverişli olmadığından dolayı (İnsan kendine kıyamıyor, biliyor musunuz? Kötü ötesi sesim var demek yerine, sesim müsait değil diyerek hoş tutuyorum gönlümü.) bu insani eylemi gerçekleştirme oranım yüzde sıfırdır. Sesimin kötü olmasını bugüne kadar hiç önemsemedim. Sonuçta bu dinleyenlerin sorunu olacaktı, rahatsız olacak olan onların kulakları idi. Bana göre hava hoştu. Lakin “müzik kulağımın” olmasını isterdim ki maalesef o da yoktu. Sesim kötü mötü söylerim de şarkıyı; başı, ortası, sonu birbiriyle alakasız ezgiler oluşuyor maalesef. Ne tümden gelebiliyorum ne tüme varabiliyorum. Ne demişler; “Vermezse mabut, neylesin Mahmut?” O hesap benimkisi. Yoksa ben istemez miydim o bet sesimle; “Kuruyup çöle dönsem de fare fare olsam da yenilmem.” ya da “Ellerimde çiçekler kapında çırılçıplak görürsen bir gün şaşırma!” demeyi. Ne bileyim işte bir “telli telli şu telli turna” şarkısını “sakın çıkma fabrika yollara” diye avazım çıktığınca haykırarak söylemeyi. Olmuyor işte, mücbir sebepten dolayı.

Taşındığım şehirde, her sabah düzenli olarak bağıran bir ses dikkatimi çekti; “dört tane on” şeklinde. “Gün batarken her akşam bir kız geçer kapımdan” misali. (Bu arada küçük bir not düşmüş olayım “Fabrika Kızı” şarkısıyla ilgili olarak. Söz ve müziği Bora Ayanoğlu’na ait olan ve Alpay’ın seslendirdiği bir şarkıdır Fabrika Kızı. Ayanoğlu, bu şarkıyı Marks’tan esinlenerek yazdığını ve sevgiliye yazılmış bir şarkı olmayıp “Marksizmin tanımını yapan bir şarkı” olduğunu söylemişliği vardır. Laf lafı açmışken belirtmiş olayım.) Her sabah duyduğum bu “dört tane on” sözüne kayıtsız kalamadım. Duyuyorum sesi; yöneliyorum balkona, göremiyorum. Her seferinde, az önce binanın önünden gelen ses sonrasında uzaktan geliyor. Kimdir, nedir, ne alır, ne satar bilemediğim bir ses “çat burda, çat kapı arkasında” misali, bir bizim sokakta, bir yan sokakta yankılanıyor, “dört tane on” diye.

Taktım kafaya bir kere. Bulacaktım sesi de ne sattığını da. “Dört tane on” deyip ortadan kaybolmak var mıydı? Kendisi yok, sesi sokaklarda terennüm ediyor. Yapılır mı bu bana? Artık sabahları ne Müge Anlı’yı izliyor ne de Zahide Yetiş’le bir yere yetişiyordum. Tek derdim vardı; “dört tane on”. Akşam sefası çiçeği gibi ben de balkon güzeli olma yolunda adım adım ilerliyordum. Sabrın sonu selamet! Nihayet sabrımın mükafatını aldım. “Dört tane on” ayan beyan geçiyordu sokaktan. Kim mi? Kim olacak; simitçi tabii ki.

Benim bildiğim simitçi; simitleri tablasına yerleştirir, tablayı da kafasının üzerine koyar, “taze simiyyyttt, gevrek simiyyyttt” diye bağırarak satardı simidini. Bu simitçi motorize olmuş. Binmiş üç tekerlikle elektrikli motosikletine, selesine de koymuş simitleri, “dört tane on” diye sokak sokak dolaşıyor. Sesin peşinden yetişmek ne mümkün ki; kime, nasıl satıyor simitleri?

Ekmek iki lira olduğuna göre, “dört tane on” makul geldi bana. Simidin tanesi 2,5 liraya yani bir ekmek parasının biraz üzerine karşılık geliyordu. Ki bu da günümüz şartlarında kabul edilebilecek bir rakam olarak benimsetilmişti.

Ekmeğe belli aralıklarla zam gelmiş ve tanesi beş lira olmuştu. İşin enteresan yanı bizim simitçi hala “dört tane on” demeye devam ediyordu. Takdirimi almış, gönlümü kazanmıştı. Bu zamanda böyle esnaf bulmak çok zordu. Her ne kadar simit almıyorsam da artık kalbimi fetheden bir simitçiye sahiptim.

Ülkenin kaderi mi, bizim mi şanssızlığımı mı bilemedim? Bu sefer hız kesmedi zam furyası. Her şeyin fiyatı aldı başını gitti. Tabii ekmek fiyatı da. Üç yıl içinde beş katına çıkar mı bir ekmek? Çıktı! Artık ekmek 10 lira idi. Maneviyatımızdan dolayı öpüp alnımıza koyduğumuz ekmeği, maddiyatımızdan dolayı da öpüp alnımıza koyar olmuştuk. Neyse ki yüzümüzü güldüren kahramanımız vardı ve “dört tane on” demeye devam ediyordu. Aslında şaşırıyordum da halen nasıl bu fiyatta kaldığına. Fiyatı aynı ise gramajı düşmüştür diye düşünüyordum. Artık bilezik gibi incecik bir şey olmuştur diye hayal ediyordum açıkçası.

Bir sabah fırından ekmek almış dönerken karşılaştık “dört tane on” ile. Merakımın dayanacak gücü kalmamıştı. Her ne kadar ekmek almış olsam da durdurdum simitçiyi ve iki simit istedim, ki Ankara simidi dışındakilere simit muamelesi yapmayan biri olarak. Aldım simitleri, beş lira uzattım. Simitçi parayı eline aldıktan sonra 15 lira daha istedi. “Niye?” dedim. “Abi, iki simit yirmi lira” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Dört tane on ise, iki tane beş lira değil mi” dedim. Simitçi şaşırarak “Hangi devirde yaşıyorsun abi, 2,5 liraya simit mi kaldı?” dedikten sonra hafif alaycı bir tonda, “Yoksa sen yedi uyuyanlardan mısın?” diye sordu. “Ne yani sen şimdi her sabah dört tane 10 demiyor musun” dedim. “Yooo! Demiyorum” dedi. “Peki ne diyorsun” diye üsteledim. Adam “çok taze çoookkk” diye bağırdı. Anaaaa! Adam hakikaten de “çok taze çoookkk” diyormuş ya! Hay benim bunca yıllık kulağıma! Meğerse ben ne anlıyormuş? Ödedim parasını mecburen, döndüm eve.

Diğer günlerde dikkatle dinledim simitçiyi. “Dört tane on” olarak düşündüğümde “dört tane on” olarak duyuyordum. “Çok taze çok” diye düşündüğümde “çok taze çok” olarak. İllüzyon gibi bir şey işte. Aslında simitçi her defasında “çok taze çok” diyordu ama ben onu farklı algılayıp farklı duyabiliyordum. Psikolojide vardır bunun bir açıklaması elbette!

Demek ki önemli olan, kimin ne söylediği değil, bizim ne duymak istediğimizmiş. “İnsanlar yıllarca nasıl kandırabiliyorlar?” soruma “dört tane on” ile yanıt bulmuştum. Söyleneni değil, duymak istediğimizi duyarak. İşittiklerimizi değil, nasıl anlamak istiyorsak öyle algılayarak. Artık biliyordum ki beni aldatan bendim ama aldanmaktan da vazgeçmeyecek olan yine ben!

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply