Yeşil Mavi

Konuk Yazar, Zeynep Dağı

Piraye: Nazım’ın Kızıl Saçlı Bacısı

“Daima iyi şeyler düşünmeli

bir mahpusun karısı”

Geçmişten günümüze ‘düşünce’ ülkemizde bir suç unsuru olarak kayıtlandığı için sağ, sol, dindar her düşüncenin aydını, yazarı, çizeri dört duvar arasına alınmıştır. Düşünce sadece ‘onu düşüneni’ mahpus yapmamış, eş ve çocukları da bir tür kader mahkûmu yapmıştır. Bu yazıyı, Ayşe Buğra ve Başak Demirtaş’tan hareketle tüm mahpus eşlerine ithaf ediyorum.


Her şey insan için. Marx, “insani olan hiçbir şey bana yabancı değil” demiş. Gerçekten de insan yaşamı her rengi barındıran bir tuval gibi. Gökyüzüne kanatlanıp uçtuğumuz mutlu anlarımızın yanı sıra, kör kuyularda merdivensiz kaldığımız zamanlar da mevcut yaşamımızda. Hasta olunca yaşam dar gelir, mahpus olduğumuzda özgürlüğümüz elimizden alınır. Ama tüm bunlar ‘tekil’ yaşanmaz. Bir hastanın ya da tutuklunun yakınıysanız, özellikle ‘eşi’ iseniz, sizin de kolunuz kanadınız kırılır. Siz de ağır bir kalp ağrısı geçirirsiniz, ya da sevdiceğinizle birlikte tel örgülerin ardına esir alınırsınız. Bir hasta ya da mahpus yakını olmak zor bir sınanmadır aslında. Acının öznesi olmamanıza rağmen acıya tanıklık etmenin ve onu ortak yaşamanın sizde yarattığı çarpıntı genelde pek görülmez.

Geçen yazımda Nazım’ı, Nazım’dan hareketle memleketi, muhalif duruşu, sürgünü, mahpusluğu yazdım. Nazım, gerek mahpushanede ve gerekse sürgünde çok acılar yaşadı elbet. Ama Nazım’ın acılarına yoldaşlık yapan Piraye gölgede kaldı. Nazım’a o eşsiz aşk şiirlerini yazdıran kadın ve onun yaşadığı dram pek bilinmez. Piraye 16 yıllık evliliğinin 13 yılını mahpus eşi olarak yaşar. Kısa bir süre aynı çatı altında kalmalarına rağmen Piraye, Nazım’ın mahpus yolunu sabırla bekler. Nazım’ın dışarıya açılan penceresi olur. Nazım yaşamıyla şiirleriyle ‘mavi gözlü dev’ olarak bugünlere kadar geldi. Oysa Piraye’den, iki çocuğunu İstanbul’da bırakarak, Nazım hangi cezaevindeyse o şehirlerin mahpus avlularında ona yoldaşlık eden kadından pek iz yok.

“Büyük acılar karşısında taş kesilen” Piraye’yi Nazım’ın şiirlerinden dolayı tanıdım elbet. Nurer Uğurlu’nun deyimiyle Nazım için Piraye, ‘sürekli bir ilkbahar’dır. Piraye’yi tanıdıkça, Nazım’ın gölgesini üstünden aldım. Nazım’ın şiirlerinin bir parçası olmasının ötesinde, Piraye’yi ve onun mücadelesini bir birey olarak tanımak daha anlamlı. Nazım’ın en güzel aşk şiirlerinin esas kadını olan Piraye kim?

Hatice Piraye, 1906’da Bursa’da doğmuş, Nazım’la 1935-1951 yılları arasında evli kalmış. Piraye’nin ilk eşi Osmanlı köşklerinde büyüyen bir maceraperest. Müzisyen olma arzusuyla Paris’e giden, nerede olduğu pek bilinmeyen; köşke, Piraye’ye ve çocuklarına uğramayan bir vefasız. Kâğıt üstünde devam eden evlilikte, Piraye’nin en büyük destekçisi bir İstanbul beyefendisi olan kayınpederi Mehmet Ali Paşa’dır. Gelinine ve iki torununa kol kanat gererek, oğlunun boşluğunu doldurmaya çalışır ölene kadar.

Nazım’ın Piraye ile tanışması ilginçtir. Moskova’dan İstanbul’a dönen genç şair, kardeşi Samiye Hanım’ın arkadaşı olan 24 yaşındaki kızıl saçlı, beyaz tenli bu kadınla 1930 yılında Bursa’da tanışır. Görür görmez âşık olduğu Piraye’yi evliliğe ikna etmeye çalışsa da Piraye uzak durmaya çalışır.

Her kadın saçmadır sevdiği zaman,

Bırak da içimden seveyim seni, açığa vurmadan

Piraye’nin bu sözlerinde daha çok korku/endişe hâkim. İki tarafın aileleri de istemez bu evliliği. Ne de olsa Piraye evli, iki çocuklu bir kadın, Nazım ise beş parasız, komünist bir şair. İki çocuğuyla terk etmiş bir eşten sonra, Nazım gibi uçarı, komünist, dev bir adamla birliktelik elbette ürkütür Piraye’yi. Nazım’ın ısrarları sonrası 1935 senesinde evlenmeye karar verirler. Anneleri evlendiğinde, Suzan ve Mehmet Nazım’ı baba bilirler, baba sıcaklığını onda tadarlar. Nazım ve Piraye ilişkisinde her şey yolunda devam ederken, Nazım’ın ‘Gece Gelen Telgraf’ isimli kitabı için toplatma kararı çıkartılır, ardından tutuklanır. Nazım mahpusa düştüğünde annelerinin yazgısına ortak olup, ikinci kez ‘baba’sız kalır çocuklar. Piraye’nin kayınpederi, Nazım mahpusa düşünce de tüm aileye kol kanat gerer. İdam talebiyle yargılanması, tüm aile ve özellikle Piraye için sıkıntılı yılların başlangıcıdır. Nazım, şiirinde acıların 20.yüzyılda en fazla bir yıl süreceğini söylese de Piraye, Nazım’a olan aşkını, sessiz sitemini ölene kadar yaşar.

Bir tanem!

Son mektubunda: 

‘Başım sızlıyor yüreğim sersem! ‘ diyorsun. 

‘Seni asarlarsa seni kaybedersem; 

diyorsun; 

‘yaşıyamam!’ 

Yaşarsın karıcığım, 

kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin 

kızıl saçlı bacısı 

en fazla bir yıl sürer 

yirminci asırlılarda 

ölüm acısı.”

Nazım bir buçuk yıl içerde kaldıktan sonra af yasası ile salıverilir. Bir yandan şairliğe bir yandan da ev geçindirmek için çeşitli işlere girer çıkar. İpek Film Stüdyosu’nda çalışır, gazetelere yazılar yazar. 1938 senesinde bir gece yarısı, polisler tarafından tekrar alınmasıyla rutin hayat tersine döner. ‘1938 Donanma Davası’nda, komünizm propagandası yapmakla suçlanır ve 15 yıl hapis cezasına çarptırılır.Böylece, Piraye’nin bir mahpus eşi olarak uzun ve meşakkatli ‘ikinci dul’luk yaşamı ve Piraye’yle Nazım’ın tam tamına 12 yıl sürecek mektuplaşmaları da başlar.

Piraye Nazım’a bir mektubunda, “bilirsin, benim güzel bir huyum vardır, her felaket karşısında taş kesilirim. Sen de öyle yap, üzülme” der. Ayrıca yaşanan ayrılıklara, hasretlere ve tüm sıkıntılara rağmen, “Beni şimdiye kadar hiç üzmedin, senin yanında her zaman dünyanın en bahtiyar kadını idim, öyle de kalacağım. Kocasından, on sene sonra, atıldığı hapiste hâlâ aşk mektupları alan kadının bahtiyar olmaması için ancak deli olması lazım. Sen en güzel senelerini bana verdin, en güzel aşk şiirlerini bana yazdın” ifadelerinde tesellisini de anlatır Piraye. Nazım, Piraye, çocuklar, Nazım’ın annesi Celile Hanım herkes için sıkıntılı günlerdir. Bir düşünce suçlusu olarak, Bedri Rahmi’nin dizelerinde dile geldiği gibi “ne haram yedi ne cana kıydı” ama 15 yıl gibi ağır bir cezaya çarptırıldı. Nazım nakil olduğu cezaevlerini komün hayatının bir parçası yaparak renklendirir. Piraye, maddi sıkıntılara rağmen, çocukları İstanbul’da bırakarak eşinin peşi sıra Çankırı ve Bursa cezaevlerini dolaşır. Kısa görüş zamanlarının dışında özlemleri mektuplarda dile gelir. Mektuplara yansıyan edebiyattan çok geçim sıkıntısıdır. Şair, cezaevinde de olsa, İstanbul’a eşine, çocuklara üç beş kuruş gönderebilmek için, ayna döker, adının olmadığı film senaryolarına imza atar. Piraye, şairin dışarı açılan penceresi, eli koludur. Piraye, ödenmeyen senaryo teliflerini tahsil etmeye çalışır. Kitapla, makaleyle, haberle, ümitle doyurur şairi her gün. Ayrıca, pek bilinmese de iyi bir edebiyat eleştirmenidir. Sadece Nazım’ın eserleri değil, Malatya cezaevinde bulunan Kemal Tahir’in eserleri de elinden geçer.

Çankırı Cezaevi – 1940

Bir mahpus karısını, onun acılarını çaresizliğini en iyi betimleyen fotoğraf, Çankırı Cezaevi avlusundaki fotoğraflarıdır. Cezaevi avluları ortak yaşamlarının tek parçası olduğu için, bu fotoğraf da onların yaşamını yansıtan önemli bir andır. Daha sonra Malatya cezaevine gidecek olan Kemal Tahir’le birliktedirler avluda. Kim bilir kaç kez baktım bu fotoğrafa. Her baktığımda Piraye’nin yanına kıvrılır, sessizliğe ortak olurum. Orada zaman durmuş, birlikte olmalarına rağmen mahpushanenin iç sıkıntısı yüreklere çöreklenmiştir. Fotoğraftaki suskunluk o kadar derindir ki, sanki aralarında tek bir söz söylenmemiştir. Piraye’nin aydınlık yüzü acılanmış, zaman donmuştur. Ayrılık vakti yaklaştığından Piraye yine yerinden istemsizce kalkacak, İstanbul’da emanet bıraktığı çocuklarına bir sonbahar yaprağı gibi sürüklenecektir. Piraye Piraye’nde kim bilir kaç kez yaşadı bu zorlu yolculukları.

Tüm yoksunluklara rağmen yaşam, ümitlerle, acılarla, özlemlerle akar gider. Şair, Piraye’den de aldığı güçle eşinin günlük yaşamını şiirlerinde betimler durur; ‘Saat 21-22’ başlıklı şiirlerinde saat saat ayrılıklarının güncesini tutar. Mahpusluğun ailesini de nasıl esir ettiğini bilir. Bu nedenle de ‘ümit’ bazen mahpustan dize dize yollanır İstanbul’a. Bir mahpusun karısı nasıl olmalı diye yazar Nazım. İdam söylentileri üzerine;

“Bir şalgam gibi koparmıyorlar

                    kellesini adamın,

Haydi bunlara boş ver,

Bunlar uzak ihtimal!

Paran varsa eğer

                   bana fanila bir don al,

                         tuttu bacağımın siyatik ağrısı.

Ve unutma ki

Daima iyi şeyler düşünmeli

            bir mahpusun karısı.”

Nazım ve Piraye mektuplarda söyleşmeye, dertleşmeye devam ederler. Şair,

Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın,

                        konuşamayız seninle,

                        duyamayız sesini birbirimizin :

sen benim sekiz yıldır dul karımsın…”

En güzel günlerimiz :

                        henüz yaşamadıklarımız.

Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :

                        henüz söylememiş olduğum sözdür…


Piraye tam bir teslimiyetle Nazım’ın yanına geleceği günü ve ‘henüz söylenmemiş güzel sözler’i beklerken, Nazım’dan bir ayrılık mektubu alır. Bu mektup, Piraye için adeta bir yıkım olur. İstanbul’da bir başına iki çocukla ayakta kalmaya çalışan Piraye, hayat arkadaşı tarafından terk edilir. Nazım, görüşüne gelen dayı kızı Münevver’e âşık olmuştur. Afla çıktığında yıllarca cezaevi yolunu gözleyen Piraye’yi bir kez daha yalnızlığa mahkûm eder. Piraye bu ayrılığın ardından tek bir söz etmemiş, tek bir gazeteye dahi konuşmamıştır.

Piraye… Ömrünün en verimli çağını cezaevi kapılarında geçirmiş İstanbul’unun soylu kadını… Nazım’ın onu terk edişi ile yaşamını taşlaşmış, dilsizleşmiş olarak noktalamış sızılı bir yürek…

50% LikesVS
50% Dislikes

Leave a Reply