Yeşil Mavi

Konuk Yazar, Zeynep Dağı

Yalan Şark’ta Ayıp Değildir

Falih Rıfkı Atay, yakın tarihin tartışmalı isimlerinden. Günümüzde daha çok Atatürk’e yakınlığı ve Cumhuriyet’in kuruluşundaki reformcu kadronun içinde yer almasıyla bilinir. Yeni Türk alfabesinin hazırlanması ve Türk Dil Kurumu’nun kurulması gibi Osmanlı sonrası radikal dönüşümdeki etkin isimlerdendir.

Kısaca tanıtmak gerekirse, 1894 yılında İstanbul’da doğan Atay, yaşamının sonuna kadar gazetecilik yapmış, yazarlığının yanı sıra 1923-1950 yılları arasında da milletvekili olarak siyasette yer almıştır. Tanin’de Kurtuluş Savaşı ve Mustafa Kemal’i destekleyen yazılarından dolayı Divan-ı Harbe verilmesi, 1922’de Anadolu’ya geçerek Hakimiyet-i Milliye’de yazmaya başlaması ve bu dönemde Mustafa Kemal ile başlayan dostluğu, yaşamının en önemli dönüm noktalarıdır.

Atay’ın sadece Cumhuriyet’in kuruluşuna ilişkin değil, I. Dünya Savaşı’nda Kudüs’te Cemal Paşa’nın emir subayı olarak aktardığı gözlemleri de döneme ışık tutar. Aslında Atay’ın Suriye ve Filistin’de Arap toplumu üzerine yaptığı gözlemlerin bugüne ulaşan bir yönü de vardır. Arap Baharı’yla birlikte Suriye’de yaşanan iç savaş, yaklaşık dört milyon Suriyelinin Türkiye’ye gelmesiyle sonuçlandı. Başlangıçta, mültecilerin toplumsal kabulünü artırmak amacıyla Türk ve Arap toplumlar arasındaki kültürel, dinsel ve tarihsel benzerlikler öne çıkarıldı. Ancak, geçici misafir olarak algılanan mültecilerin kalıcı hale dönüşmesi ve sayılarının artmaya devam etmesiyle Suriyeli mültecilere yönelik yaygın bir olumsuz tutum gelişti. Türkiye kamuoyu, tarihsel ve dinsel olarak yakınlık duydukları Araplarla aslında bir arada yaşama tecrübesi olmadığını fark etti. Türkler ve Araplar arasında kültürel, dinsel ve tarihsel ‘ortaklık’ın genelde varsayılan kadar güçlü olmadığı tezleri yeniden duyulur oldu.

Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı* adlı eseri şimdilerde yeniden dillendirilen bu görüşün ilk sunumlarından biridir. Türk ve Arap toplumlarının birbirlerini yakınlığını (veya uzaklığını) I. Dünya Savaşı günlerinde Filistin cephesinde anlatır Atay.

Atay, Kudüs’te Cemal Paşa’nın yaveridir. İttihat ve Terakki’nin üç kudretli paşasından biri olan Cemal Paşa, Bahriye Nazırı ve Suriye-Filistin Umum Kumandanı olarak Kudüs’ün Zeytindağı tepesinde yerleşik karargâhtadır. Atay, Osmanlı için son derece kritik bu bölgede savaşın gidişatına, İttihat Terakki’nin yönetim kadrosundaki güç mücadelelerine, Osmanlı-Arap savaşına ilişkin son derece çarpıcı gözlemlerde bulunur ‘Zeytindağı’nda.

İttihat ve Terakki içindeki iktidar/güç çatışmalarına tanıklık eden Atay, Turancı fikirleri ile öne çıkan Enver Paşa’yı maceraperest ve diktatör olarak niteler. İttihat ve Terakki’de yaşanan kişisel hesaplaşmaların savaşın yönetilmesine engel olduğunu ve savaşın Osmanlıyı hızla yıkıma götürdüğünü söyler. Ancak Atay’ın sadece savaşa ilişkin değil, bir Osmanlı subayı olarak Ortadoğu’da Arap sokağına ilişkin gözlemleri de çarpıcıdır.

Yıkılış yıllarında bile hala Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi Ortadoğu’nun tarihsel merkezlerinde egemen olan Osmanlı’nın Arap sokağında varlık gösteremediğini anlatır, Atay. Oysa, kutsal toprakların hamisi ve Müslümanların Halifesi olarak 400 yıl Arap topraklarını yöneten Osmanlının Arap halkı ile de bir gönül bağı kurduğu varsayılır genellikle.

Zeytindağı’ndan Osmanlı ve Arap Sokağı

Dördüncü Ordu Karargahında görev yapan bir Osmanlı subayı olan Atay, Karargahtaki ilk gününde yaşadığı yabancılık duygusunu “Osmanlı ‘Kudüs’te ev sahibi gibi değil kiracı’ olarak bulunuyordu.” gözlemiyle aktarır. Arap topraklarında kendini ‘yönetici elit’e ait bir Türk olarak görmekle beraber etrafında Türk’e ait pek bir şey görmez: “Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kağıdı** değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor. Floransa ne kadar bizden değilse, Kudüs de o kadar bizim değildi… Sokaklarda turistler gibi dolaşıyoruz. Burada bürokrasi bile tam Arap ya da yarı Arap’tır. Türkleşmiş hiçbir Arap görmedikten başka, Araplaşmamış Türk’e az rast geliyordum.” diye aktarır ilk kültürel şokunu. Suriye, Filistin ve Hicaz’da Türk müsünüz? sorusunun cevabının çoğu kez ‘estağfurullah’ olduğunu söyler.

Kudüs sokaklarını yabancı bir diyar olarak aktaran Atay’ı bazıları, Müslüman Ortadoğu’ya ne kadar yabancılaştığını gösteren bir örnek olarak sunmayı tercih ederler. Oysa, asırlarca ‘birlikte yaşadığı’ söylenen Türkler ve Araplar arasındaki karşılıklı kültürel etkileşimin o yıllarda bile varsayıldığı kadar güçlü olmaması da dikkat çekicidir.  

Ümmet ortak paydasında birleşildiği düşünülen dönemde bile Atay, Arap coğrafyasında Osmanlının kültürel hakimiyet kuramadığını görür. Kültürel hakimiyet kuramayan Osmanlının doğal olarak Arap sokağında da güçlü varlık gösteremediğini vurgular. Hatta milliyetçi bir perspektifle Osmanlının Arapları Türkleştireceğine oradaki Türklerin Araplaşmasını hazin bir durum olarak niteler. Bu tarihsel paradoksu “Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş ne de vatanlaştırmıştık.” diye ifade eder. Osmanlının Ortadoğu’daki rolünün Arap aşiretleri arasındaki kanlı çatışmalarda asayişi sağlayan bir tür bekçilik görevinden öteye gidemediğini üzülerek anlatır.

Birinci Dünya Savaşı Türk-Arap toplumlarının birbirlerine bakışının ve kültürel ortaklığın test edildiği bir zemindir. Önce Türkler, ardından İngilizlerin de desteğiyle Araplar arasında güçlenen milliyetçi akımlar, ‘din kardeşliği’ne rağmen iki toplum arasında kültürel ve siyasal farklılıkların derin olduğunu ortaya çıkarır. I. Dünya Savaşı’nda Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Arapları organize ederek Osmanlıya karşı isyan başlatması, Türkler için ‘arkadan hançerlenme’ gibi ağır bir travmatik metafor olarak günümüze kadar aktarılır. Oysa Atay, daha isyanlar yokken bile Arap sokağında iki toplum arasında ne kültürel ne de siyasal bir ortaklığın bulunmadığını, Floransa ne kadar uzaksa Kudüs’ün de Türklere o denli uzak olduğunu anlatan kişidir.

Atay gerçekçidir; Osmanlı yönetici elitlerinin ise Suriye ve Filistin’in Osmanlıya ait olmadığı gerçeğini kabul edemediklerini, duygusal davrandıklarını aktarır. Anadolu’yu bile tanımadan Arap coğrafyasında varlık gösterme arayışının Osmanlıya maddi ve manevi yönden çok pahalıya mal olduğunu iddia eder. Anadolu’nun çocuklarının Arap çöllerine sürülüp kırıldığını derin bir üzüntü ile anlatır: “Lübnan havası bize Dobruca havasından yüz kat daha yabancı idi. Fakat biz Şam’ı evimiz, Lübnan’ı bahçemiz kadar bizim sanıyorduk. Ve kendimizi otelciye, lokantacıya, hatta posta memuruna anlatmak için Arapça öğreniyorduk.” diye yakınır. Atay’a göre Osmanlı yönettiği topraklara yabancıdır; ne coğrafyasını tanır ne de halkını. Bölgede egemenlik savaşı veren İngilizler, Ruslar, Fransızlar ve hatta İtalyanların bile Suriye, Filistin ve Hicaz’da yaşanan gelişmeleri, buraların hakimi olan Osmanlılardan daha iyi anladığını, o nedenle de savaş sonunda derin bir hayal kırıklığı yaşandığını belirtir.

Osmanlı ‘din kardeşliğinin’ yetmediğini görünce, Arap isyanlarını bastırmak ve Arapları yanına çekebilmek için savaş süresince farklı politikalar izlemiştir. Atay, savaşı kazanmak için Filistin’de tehcir (göç ettirme), Suriye’de tedhiş (zor kullanma), Hicaz’da ordu kullandıklarını aktarır. Cemal Paşa’nın bir yandan yoğun imar çalışmaları, diğer yandan da baskı ve şiddet politikasıyla Arap milliyetçiliğini durduracağını sandığını anlatır. Gerçekten de Cemal Paşa, bugün bile Arap kamuoyunda derin izler bırakmış olan, savaşta kumandanlara tanınan ‘vatan müdafaası için zaruri görülürse, idam hükümlerini doğrudan kullanma yetkisi’ni fazlasıyla kullanmıştır. Şam’da ve Beyrut’ta bazen Enver Paşa ve Talat Paşa’nın itirazlarına rağmen pek çok Arap’ı idam etmekte beis görmez.

Öte yandan da Osmanlı, Arapları kazanmak için savaş boyunca halktan vergi almaz. Hatta Atay, aşiretleri yanlarında tutabilmek için, onlara hazineden altınlar aktarıldığını ve Osmanlı nişanları dağıtıldığını belirtir. Savaş esnasında Osmanlı kağıt parasının değer kaybetmesi sonucu, Osmanlı yöneticileri bölgede aldıkları tüm hizmetleri altınla ödemek zorunda kalırlar. Atay, Arap çöllerindeki zorlu savaşın Osmanlı hazinesinin önemli bir kısmını kara delik gibi yuttuğunu söylerken ‘yabancı’ bir coğrafyada muhatap olduklarına ilişkin gözlemlerini de anlatır: “Çöl bedevilerinin altın ve kıymetli taştan başka dinleri yoktu. Sınır boylarındaki şeyhlerin göğsünde İngiliz ve Alman nişanları yan yana idi. Şeyh size kim olduğunuzu sorar? -İngiliz misiniz? -Yaşa İngiliz. -Türk müsünüz? -Yaşa Türk. Siz vereceğiniz altını hesap ediniz. İngiliz cephesinden at kaçırıp bize satan Bedeviler, dönüşlerinde bizim atlarımızı çalıp, İngilizlere satarlardı. Çölde menfaat ve kuvvetten başka hiçbir kuvvet hüküm süremez.”

Enver ve Cemal Paşalarla yaptıkları Medine ziyareti de anlatılır Zeytindağı’nda. Aynı dinin kutsallarına, aynı dinin mensuplarının farklı tutumlarına şaşırır. “Medine’de ibadet ortamlarından sonra, asıl Müslüman şehrinin, din şeyhlerine hürmet olunan, dini sanatlaştıran ve asilleştiren şehrin İstanbul olduğunu büsbütün anladım.” diye yazar.

Savaşın sonuna doğru, Cemal Paşa’nın yerine Suriye’deki orduların başına gelen Alman komutan da bozgunu durduramaz ve Kudüs İngilizlerin eline geçer. “’Kudüs düştü’ sözü karargâhın içinde ölüm haberi gibi yayıldı. Daha şimdiden Beyrut’a, Şam’a, Halep’e gözyaşlarımızı hazırlamak lazımdı. Artık yalnız Anadolu ve İstanbul’u düşünüyorduk. İmparatorluğa ve onun rüyalarına ‘Allahaısmarladık’”. Kudüs sokaklarında kendilerini yabancı hissetseler de kolektif zihin haritasında önemli yer tutan Kudüs’ün kaybı, çok yakın bir arkadaşın kaybı gibi dokunmuştur Atay’a.

Filistin bozgunundan sonra, özel bir trenle İstanbul’a dönerken, ancak o zaman Cemal Paşa, Anadolu’nun fakir topraklarına bakarak: “Keşke buralarda vazife almış olsaydım.” diye ifade eder pişmanlığını.

Yalan Şark’ta Ayıp Değildir

Atay’ın en yakın arkadaşlarından olan Hüseyin Cahit, Zeytindağı ile ilgili bir yazı kaleme alır. Zeytindağı kitabının Cemal Paşa aleyhine yazılmış bir kitapmış gibi gösterilmesini eleştirir. Atay’ı, bu kitapta dört yıl birlikte çalıştığı kumandanı zaafları ve meziyetleri ile ele aldığı için kutlar. Hüseyin Cahit, Meğer okuduğunu anlayan insanlar ne kadar azmış.” diye hayal kırıklığını ifade eder. Atay da, “Hür bir fikir eğitimi görmeyenlerle anlaşmak imkanı var mıdır? diye sorgular kitapla ilgili gelen eleştirileri. Atay, “Onlar gerçeğin yüzde yüz yergi ile yüzde yüz övgünün tam ortasında olduğunu bilmez değillerdir. Fakat eski zamanların kulluk ahlakına esirdirler; yerme ya da övme, tarihte gerçekliğin ne lüzumu var? Osmanlı tarihi bu sebeple bir yalan alemi olmuştur. Yalan Şark’ta ayıp değildir.”


*Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2004.

**Osmanlı parası savaş esnasında değer kaybettiğinden, Araplar bölgede kağıt Osmanlı parası yerine ticari işlemlerde genellikle altın ve kıymetli taşların kullanımı tercih ediyorlardı.

50% LikesVS
50% Dislikes

Leave a Reply