Yeşil Mavi

Konuk Yazar, Zeynep Dağı

Gidenlerin Ardından

Nazım’a, Memlekete, Sürgüne ve Muhalif Duruşa Dair*


Önce işçi olarak gittiler. Ardından siyasi mülteci olarak. Son zamanlarda doktorlar, mühendisler, öğrenciler kopuyorlar ülkelerinden yeni ve özgür bir hayat için. Ben bu yazımı ülkeden umudunu kesmiş, kendilerine gelecek arayan, ‘gönüllü sürgün’lüğe razı gençlerimize, umutlarını kaybetmemeleri dileğiyle, ithaf ediyorum.


Mitleştirilen kimliğinin peşine takılmak, ya da ‘hain’ deyivermek Nazım’a ilişkin yapılabileceklerin en kolayı aslında. Nazım’ı muhalif kimlikten hareketle farklı bir şekilde okumak mümkün mü?

Nazım müzmin muhalifliğin, sürgünün, hasretin ve aşkın şairi. O, yaşamıyla yazdıklarıyla bu ülkenin yakın tarihini de anlatan bir şair. 1902 yılında doğan Nazım, Osmanlı emperyal kültürünün yeni Cumhuriyet’e aktarılan bir bakiyesi. 20. yüzyılda iki çocuğunu İstanbul’da bırakarak Paris’e resim dersleri almaya gidebilen ressam bir ananın Osmanlı konaklarında büyüyen oğlu.

Annesinin yaptığı Nazım portresi

Nazım’ın devraldığı emperyal miras ve sonradan benimsediği ‘enternasyonal-sosyalist’ kimlik, onu besleyen ana kaynaklardan. Nazım’la birlikte, bu ülkenin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinin sancılarına, Soğuk Savaş siyasetinin kurbanlarına, yaşanan ideolojik kıskaca tanık olmak mümkün. Nazım özelinde sistemle ters düşen insanların acısı ve bu ülkenin yakın tarihine damgasını vuran sorunlu devlet-toplum-birey ilişkisi de görünür oluyor.


Memleket ve Hasrete Mahkumiyet

Memleket, hasret, aşk, direniş, Nazım’ın dizelerinde gerçekliğe kavuşur. Sisteme-iktidar odaklarına ters düşerek ‘vatan hainliği’ de dahil olmak üzere pek çok suçlamayı hiç hak etmediği halde taşımak zorunda kalır. Vatan hainliği damgasının ağırlığına bir de memlekete olan derin özlemi eklenir. Orta Asya’dan gelip Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan ‘memleket’, bir toprak olmanın çok ötesinde Nazım’ın dizelerinde hasretin ete-kemiğe bürünmüş halidir. Karşı kıyıdan, Varna’dan “memleket-memleket” diye seslenişi, o ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasreti, muhalif olmanın somut diyetidir. Nazım, memleketinin artık kendisine yıldızlar kadar uzak olduğunu bilerek, muhalif kimliğini ölünceye kadar taşır. Kurtuluş Savaşı’nda kağnıların ay ışığında gidişini, yokluklardan kazanılan bir zaferi dizelerinde ilmek ilmek destanlaştırır. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda, tüm Anadolu insanı ile hasbihal eden, onların sofralarına, yüreklerine misafir olmuş bir yoldaştır. Aristokrat bir ailenin çocuğu olmasına rağmen tüm yoksunluklarda “yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir” diyecek kadar umut doludur hep. Öyle ki, cezaevinde ilk defa güneşe çıkarıldığında, ‘toprağa ve güneş’e kavuştuğu için sonsuz bahtiyardır.


Bireyin ve Kolektivizmin Harmanlanması

Nazım’ın sosyalist kimliğiyle özdeşleşen ‘kolektif anlayışı’ daha çok ön plana çıksa da, onun ‘birey’e atfettiği önem hep gözden kaçırılır. Nazım’ın “bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” diye dile getirdiği hasret, bireyi ve toplumu harmanlayan bir sentez olarak karşımıza çıkar. Bu aslında Doğu ve Batı kültürünün de güzel bir sentezidir. Çünkü bu sentezde mutluluğun anahtarı, birey olmayı toplumsallaştırmasıdır. Normalde, ideolojilerin kutsallık atfederek beslediği ‘dava’lar, bireyi ve özel yaşamı kendine bir tehdit olarak algılar ve bireyi dava mitlerine kurban edilebilecek bir nesneye dönüştürür. Kendini ‘dava’ya adamış bir şair de olsa, Nazım’ın o katı şartlar altında bile ‘birey’i ve özel yaşamı ön plana çıkarabilme gücünü gösterebilmesi önemlidir. Bir ağaç gibi tek ve hür olabilmeyi arzulayan Nazım, davasının yanı sıra ‘aşklarını’ da yani yüreğini de ortaya koyabilmiştir. Piraye’ye bir çingene ağzı ile “abe biz de anlarız bu işlerden Hatçem” diye yazdığı dizelerde aşkı, yani bireyi ve bireyin duygularını yüceltir. Nazım’ın davaya rağmen bireyi de ön plana çıkarabilmesi, vatan hainliği suçlamasının yanı sıra insani olan her şeyi küçümseyen, yabancılaştıran bir tarzda ‘küçük burjuva’ ve lümpen gibi eleştirilerle de karşılaşmasına yol açar. Nazım, aslında sol içinde de ‘muhalif’ bir kimliğe ve duruşa sahiptir.

Nazım, güçlü bir birey olmanın yanı sıra toplumsal yaşamda kolektif ruhu da çok iyi taşıdı. Uzun yıllarını geçirmek zorunda kaldığı cezaevleri, onun ortak üretimlerinin, kolektif yanının da en iyi harmanlandığı mekanlar. O zor şartlar altında, cezaevindeki arkadaşlarına kendi birikimini, umudunu, çoğulluğunu, edebiyattan resime, yabancı dil öğretmeye kadar aktardı. Nazım’ın deyimiyle, “yârin yanağından gayrı” aşını, suyunu, emeğini mavi gözlü bir ‘dev’ olarak paylaştı.  Cezaevinde A. Kadir’e ve diğer arkadaşlarına yabancı dili, Balaban’a fırçaları tanıttı; Orhan Kemal’den Kemal Tahir’e, Bedri Rahmi’ye uzanan pek çok Türk yazarına ‘ustalık’ yaptı. Eşsiz birikimiyle Türk edebiyatını şiirini dışarı da taşıyan ana damar oldu.

Nazım ve arkadaşları cezaevinde


Onuncu Köy Sürgün

Nazım enternasyonal kimliği ile sadece Türk değil dünya edebiyatını da besleyen bir kaynaktı. Pablo Neruda, Nazım’ın vefatı üzerine yazdığı “Güz Çiçeklerinden Nazım’a Çelenk” başlıklı şiirinde, “Kardeşim benim, nice yeni duygular, düşünceler kazandırdın bana” der. Rus şair Yevgeny Yevtuşenko, Nazım’dan öğrendiği “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” atasözüne referansta bulunarak, kitabının önsözüne ‘Onuncu Köy’ başlığını verir. Sovyetler Birliği’nin Nazım için ‘Onuncu Köy’ olduğunu aktaran Yevtuşenko, Nazım’ı ve dolayısıyla Türkiye’yi tanıma bahtiyarlığını içtenlikle anlatır. Fakat Nazım bu ‘Onuncu Köy’de memleket hasretinin yanı sıra daha başka acılara da katlanır.

Neruda ve Nazım

Nazım’ı memleket hasreti kadar yaralayan bir başka olay, önce ülkesinde, ardından da Sovyetler Birliği’nde Türkiye Komünist Partisi (TKP) içinde kendine karşı yürütülen güç mücadelelerine tanıklığıdır. Nazım, ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü?’ kitabında TKP içindeki güç mücadelesini ve kendisine yöneltilen ‘hain’lik suçlamasını dolaylı bir şekilde aktarır. Davasına inanmış bir insan olarak ‘yoldaşları’ tarafından ihanetle suçlanması, “düşmana inat bir gün daha fazla yaşamayı” öğütleyen bir adama ölümü düşündürebilmiştir. Nazım’ın muhalif yapısı ‘Onuncu Köy’deki dostlarını da rahatsız etmiştir. Dolayısıyla, “yaşama, muhalif bir rüzgâr gibi” giren Nazım sadece Türkiye’de değil, dışarıdaki yaşamında da ‘araf’tadır aslında.

Muhalif Duruşa Dair

Madem ki bu kerre mağlubuz,

Netsek neylesek zaid.

Gayri uzatman sözü.

Mademki fetva bize aid,

Verin ki basak bağrına mührümüzü”

Nazım, ‘Şeyh Bedrettin Destanı’ndaki bu dizelerle aydının muhalif kimliğine ve gerektiğinde mağlubiyetine vurgu yapar. Onun için gerçek yenilgi aydının muhalif kimliğini terk etmesidir, yoksa sistem tarafından yenik gözükmesi değil.

Nazım, sonuç olarak, Türkiye’nin 20. yüzyılda yetiştirdiği ender global şahsiyetlerden biridir. Dünya Barış Konseyi 1950 yılında ilk kez verdiği ‘Barış Ödülleri’ni İspanya’dan Pablo Picasso, ABD’den Paul Robeson, Polonya’dan Wanda Jakubowska, Şili’den Neruda, Türkiye’den ise Nazım Hikmet’e verir. O dönem cezaevinde olan Nazım törene katılamaz, onun adına ödülü Neruda alır.

Vasiyetinde dile getirdiği, öldüğünde Anadolu’suna kavuşma özlemi ise hâlâ gerçekleşemedi. Nazım’ın vasiyetini yani Anadolu’ya getirilişini hak ediyor mu ülke? Hala emin değilim. Bu topraklarda doğmuş, bu topraklarda kökleşmiş, emeği geçmiş insanların sırf ‘muhalif’ kimliğinden ötürü, topraklarından koparılışı artık imkânsız olduğunda gerçekleşmeli bu vasiyet. Pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış bu toprakların kendi insanına ve farklılığına tahammül edemeyişi sona erdiğinde…

Bedri Rahmi’nin dizeleriyle uğurlamak seni: “Ne bir haram yedin, ne cana kıydın, ekmek kadar temiz su gibi aydın”. Nazım ve Nazım gibileri hâlâ yattığı topraklardan memleketine ve Memet’ine seslenişine devam ediyor. Bu seslenişte kimse düşüncelerinden dolayı topraklarından koparılmasın isteniyor.

İşitiyor musunuz?

*Bu yazı, TBMM Genel Kurulu’nda 8 Ocak 2009 tarihinde Nazım Hikmet Ran’ın Türk vatandaşlığına geri dönmesine imkan veren Bakanlar Kurulu kararına ilişkin gündem dışı yapmış olduğum konuşma metnimden alınmıştır.

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply