I
Akasya Bey, uzun bir yolculuğa çıkmak istedi. Ama öyle otobüsle, trenle değil! Sırtında kanatları olsun istedi, şöyle en güçlüsünden, en heybetlisinden.
Bu yolculuk işine kimse akıl sır erdiremedi. Ailesinden herkes ona itiraz etti. Hatta eş dostla bile araları açıldı. Akasya Bey’in anlamsız konuşmalarına dayanamayıp kaçıp gidenler oldu.
Önce annesi gitti. Hiç beklemezdi ondan böyle bir şeyi. Bu olay Akasya Bey’i çok üzdü. Sabah erkenden kalktığında içinde koca bir boşluk hissetti. Ayakkabılarına baktı annesinin önce. Kırmızıya çalan kahverengi, ortopedik ayakkabılar yerinde değildi. İçerde ılık bir anne kokusu hala duruyordu. O kokuya sarılmak istedi.
İnanamadı, ayakkabıların annesini alıp götürdüğüne. Dağların bile bulutları vardı; sarılıp uyudukları. Odanın soğuğuna yaslandı. Ağlaya ağlaya beş yaşında bir çocuğa dönüştü. İşte Akasya Bey’in sineğe dönüşme hikayesi de buradan başladı.
***
Bir Mübeccel teyzeleri vardı. O hep söylerdi; oğlum bırak artık şu hayal kurmaları diye.
Kadının dediğinde doğruluk payı vardı. Mübeccel teyze bütün lohusa kadınların lokman hekimiydi. Lohusaları karbonatlı sularda yıkar, soğuk terlerine derman olsun diye zeytin ağaçlarının arasında gezdirirdi. O zeytinler asırlık ağaçlardı.
Yine bir sabah her şey sabah gibiyken zeytinlikler tükendi. Lohusalar acı acı ağladılar. Uzak inşaatlar yakınlaştı zeytinlerin bağrına. İşçiler sabahın çiğine aldırmadan başladılar işlerine. Büktüler demiri, kestiler demiri… Mübeccel teyze zeytinlerinin arasına bir ip gerdi, sonra ılık, çiçek kokulu çamaşırlarını serdi. Akasya beyi görür görmez -zeytinlere de üzülüyordu ya- söylendi;
“Evladım boyun şu zeytin ağaçları kadar oldu ama bir adam olamadın be! Hiç olmazsa bir bilgisayarın başına geçirselerdi seni yavrum!”
Akasya Bey duramadı yerinde. Ayakları bir maraton koşucusu gibi güçlendi ve koşmaya başladı. Biraz daha küçüldüğünü hatta ufaldığını hissetti. Koştukça koşuyordu. Koştukça ufalıyordu. Derken sırtında tül gibi ince bir şeylerin kıpırdandığını fark etti. Koşmaya devam ediyor, bir yandan da sırtındaki bu garip hareketliliğin onu nasıl mutlu ettiğini hissediyordu.
Vücudunda da değişimler olmaya başlamıştı. Küçüldükçe elleri, bacakları çoğalıyor ve siyahlaşıyordu. Vücudunda gri çizgiler oluşuyordu.
Ve işte olmuştu, gerçekten bir sinek olmuştu. Akasya Bey de istemezdi böyle olmasını ama olmuştu bir kere. Koşar vaziyetteki ayaklarını hızla kendine çekti. İnce ince damarların geçtiği, tül gibi kanatlarını çırpmaya başladı. Artık uçuyordu. Uçtu, uçtu, uçtu…
II
“İlçe Mal Müdürlüğü’nden ilan;
Müdürlüğümüze borçları olan vatandaşlarımızın, borçlarını yapılandırarak, borçlarını en yakın zamanda Müdürlüğümüze ödemeleri rica olunur, olunurrr, olunurrr…
İlçe Mal Müdürlüğüüüüüü…”
Sabahtı. Kulağımda çınlayan bu sesin hüzünlü tınıları beni uyandırdı. Niye bu kadar hüzünlü, niye bu kadar ağlamaklı bir sesti, anlayamadım. Sanırım akılda kalıcı olması içindi. Üstelik iki defa tekrarlanmış olması beni bile etkiledi. Acaba borçlarım var mı diye şöyle bir düşünürken, nasıl sineğe dönüştüğümü birden hatırlayıverdim.
Evet, bir sinektim. Kanat seslerim şimdi o belediye hoparlöründeki memurun sesinden daha etkileyiciydi. Yağlı buharların arasında mutlu mutlu gezinen bir sinek oluvermiştim.
Ben böyle olmak istemezdim ama oldu bir kere. Güçlü kanatlarımla gökyüzüne doğru hızla havalanmak isterdim. İnsanların kulağına vızıldayarak, pisliğin içinde gezinmek istemezdim açıkçası.
***
Kendime gelir gelmez evden dışarı attım kendimi. Kanatlarım taze açmış bir gül gibi hem narin hem de dayanıklıydı. Böyle olmasına sevindim.
Yan sokakta pazar kurulurdu her Perşembe. Pazarın kokuları beni büyüledi. Kendimi bir anda o yoğun yiyecek kokularının olduğu tezgahlarda uçuşurken buldum. Başıma yıkılacak gibi duran çadırlar bitmeyen rüzgarlardan birbirine geçerek, korkunç gürültülü sesler çıkardılar. Kocaman bir elin bana doğru hızla savrulmasıyla kendimi telaşla koşuşturan ayakların gezindiği yerde buldum. Uzun bir süre öyle yerde yattım sanıyorum. Ancak bir süre sonra bir şeyler duymaya başladım..
“Elma ne kadar?”
“iki”
“ne ikisi, bir olmaz mı?”
“olmaz ablacım, ben batarım o zaman”
Aynı esnada, başka bir tezgahta,
“kaça bu”
“beş lira, beş lira, ne alırsan beş liraaaaa… Işgınlar, gebelere can eriği, lokumlar, yarpuz, ıspataaan…”
“beş tane aldım. Al sana yirmi kağıt…helal et!”
Kendime gelir gelmez, pazardan uzaklaşmak için hızlıca kanat çırptım. Sakin sokaklara dalıverdim. Her sabah olduğu gibi memurlar işe gidiyor, benim gibi işsiz güçsüz gezenler ise ortada önemli bir şeyler aranırmış gibi dolaşıyorlardı. Sonra sıklıkla uğradığım bir Noter dairesinin önünde durdum. Eskiden yani insan olduğum zamanlarda onaylı nüfus cüzdanı örneği, diploma aslı örneği gibi belgeler alarak geçmişti zamanım. Burada bir süre dinlendim. Pazarlık yapan iki adamı uzaktan izledim.
“Bu kapıdaki araba mı satılık?”
“Sen mi alacan?”
“Hee, ne diyon, kaç lira?”
“Kaç lira mı dedin?”
“Hee kaç lira dedim.”
“Valla yirmi iki tane koyun verdiler vermedim amma sana 4 buçuğa olur.”
“Öyle mi!”
“Yirmi iki koyun ne eder sen biliyon mu; altı buçuk eder…”
“Yok araba güzel, gel bir bakayım. Valla cıncık gibi.”
***
Karnım bir hayli acıkmıştı onları izlerken. Noterin hemen yanında mısır satan bir dükkan vardı. Mısır kokularının buharını iyice içime çekerek ilerledim. Birkaç tane çocuk mısırcının etrafına doluşmuş mısır alıyorlardı. Ben de çocukların yere döktüğü mısırlardan nasipleneyim dedim. Mısır tanesinin üzerine hızlı bir dalış yaptım. Çocuklardan birinin annesi bana iğrenç olduğumu anlatan bir bakış fırlattı ki sormayın. Ben yine de aldırmadım, acıkan midemi doldurmalıydım bir an önce.
Ancak tam mısıra ulaşmıştım ki mısır hareket etmeye başladı. Etrafıma bakındım. Yukarıya doğru uzanan sapıyla dev gibi bir fırça mısır tanelerini süpürüyordu. Üstelik sadece mısırları değil beni de sürüklüyordu; hatta bir bacağım da fırçaya takılmıştı. Uçmak için çırpınıyor, çırpındıkça bacağım daha çok giriyordu fırçanın arasına.
İşte orada bir bacağımı kaybettim.
Sonra o gül gibi kanatlar gülün solması gibi kararıp soldular. Önce insanlığımı kaybettiğim günler silindi hafızamdan, sonra özgür olma isteğim, sonra zeytinler, sonra dallar budaklar, sonra annem, sonra Mübeccel teyze, sonra hayat…
Leave a Reply