Yola çıkacak kişinin aşması gereken
ilk ve en önemli engel,
kendi yerleşikliğidir;
kendi yeri
– kendisidir…
Oruç Aruoba
Yol Uzun
Uzaklar kamyon kokuyor. Genzimi tatlı tatlı yakıyor, bana yolu hatırlatıyor. Gitmeliyim, yollar çağırıyor.
Adeta yaşayan bir canlı gibi kalbi atıyor yolun. Benimle birlikte nefes alıp, nefes veriyor. Şehirlerin içinden geçerken anlıyorum bunu. Yanlarından geçip gidiverdiğimiz evlerde sönük ışıklar görüyorum.
Kamyon arkasına yazılmış yazılar yolculuğuma eşlik ediyor.
Yollarda ani mutluluk satıcıları allı pembeli serilmişler.
Küçük sanayi siteleri, köy evleri, yalnız köprüler. Binlerce aracın geçtiği kara yollar. Tüneller uzadıkça uzuyor. Karanlık rahatlatıyor. Geçtiğimiz köylerde yaz akşamları sakinliği. Saman balyaları arasında oynayan çocuklar, kahvelerde derin bir sohbete dalmış yaşlılar.
Ahh bir kağıt kalemim olsaydı. Bunları yazardım.
Yolun neresinde uyumuşum bilemiyorum. Muavinin sesiyle uyanıyorum.
“Çay mı, kahve mi alırsınız?”
***
Kış yolculuğu
Yine bir yolculuktayım.
Ağır geçen bir kış akşamında çıkıyorum yola.
Pınarbaşı’na geldiğimizde bir mola vermişiz meğer. Bastığımız yerler elmaslar saçılmış gibi ışıl ışıl. Gecenin bir yarısında, ağır bir kış mevsiminin tam ortasındayım.
Mola yerimiz eski bir benzin istasyonundan bozma. Köhne bir lokanta, tahta masalar, eski sandalyeler. Yanında küçük bir büfe. Soğuk havayı keskin bir bıçak gibi duyumsuyorum şimdi. Adım atmaya cesaret gerek bu buzlu yollarda. Pınarbaşı yazları bile soğuk olurdu diyorum içimden. Kısa bir moladan sonra yola koyuluyoruz.
Önümüzde giden kamyon gecenin soğuğunda sırtına yüklerini almış yaşlı bir çobana benziyor. Kamyonun alt tarafında tekerlerin arkasına takılı bir tabela dikkatimi çekiyor. Perdeyi aralamış bir kadın yola bakıyor.
Kamyonun kenarlarını süsleyen gözlerin de bir anlamı varmış. Meğer bu gözler geçmişi ilk çağlara dayanan simgesel bir anlam barındırmaktaymış içinde. İlk çağlarda uzun yolculuklara çıkan gemilerin her iki tarafına da bir göz figürü eklenirmiş. Bunlar o gemiyi fırtınalardan, yağmacılardan koruduğuna inanılan Tanrı’nın gözleriymiş inanışa göre.
Yolun bilmediğim bir bitim noktası var. Çünkü o bitim noktasında uykunun en derin yollarını keşfetmekteyim. Tekli yollar otobana girişle sona eriyor. Otobanlar koca şehirlerde yalnızlaşan insanlar gibi. Üzerine yattığı toprağı kurutmuş gibi. Uyanmak istiyorum artık, otobanın kömürleşmiş yüzünü unutmak istiyorum. Fakat yol devam ediyor.
Akşam Üzeri Yolculuk
Yolculuğum adlarını bilmediğim başka başka yollarda devam ediyor. Büyük binalar çoktan geride kaldı. Şimdi bulutun dağın koynuna girdiği yerdeyim.
Ani bir sesle, şehrin terminalinde olduğumu anlıyorum,
“Entep, Entep… Entep yolcusu galmasın”
Ardından gelen zırıltılı telefon o sesi tamamen değiştiriyor.
“Evet hanfendi, buyurun hanfendi,
Şu anda sefere çıkmak üzereyiz hanfendi,
Sizi bir sonraki seferde bekliyoruz efem,
Tabi efem, alırız istediğiniz yerden.”
Kısa bir duraksamadan sonra tekrar başlıyor;
“Entep, Entep… Entep yolcusu galmasın”
Terminal gecenin ilk ışıklarına çoktan kucağını açmış, bekliyor. İlçelere giden dolmuşlarda tek tük yorgun yüz seçiliyor.
İki masanın zorla sığdırıldığı, mavili yeşilli bir kahve var dolmuş duraklarının yanında. Dolmuşu karşılamak için o küçük kahveden bir sürü adam çıkıyor. Kimi dumanlı ince yüzüyle, kimisi de pejmürde haline aldırmadan koşup geliyorlar dolmuşun kapısına.
Güneş batıyor. Hızla kararıyor gökyüzü. Naylon çadırlarındaki işçiler tarlalarda son ateşlerini yaktılar ısınmak için. Çadırlar perde perde, yakut bir sıvıya batırılmış gibi, görkemli kıpırdanıyor. Güneş uğurlanıyor kırmızı bir yatağın içine. Son ışıltılar gizemli aynalar gibi etrafta salınıyor. Mavi bir bulut dağın koynuna yatmış.
Anlıyorum ki yeni bir yolculuk beni bekliyor.
* Yazı görseli: Sylvia Plath
Leave a Reply