Yeşil Mavi

Güneşli Günler, Hatice Beken

Bir Gün

Beşiktaş otobüsünün ikinci katına yerleştiğim koltuğumda etrafı izlerken nasıl olup da daha önce bu benzersiz deneyimin zevkine varamadığıma yanıyordum. Yolculuk süresince, kocaman bir objektife dönüşen pencerem özellikle Çamlıca’da, öyle kareler yakalamıştı ki, İstanbul’u böyle tepeden adaların, mavinin, yeşilin dalga dalga yayıldığı yükseklikten izlemek gösteriye dönüşmüştü. O anda bana öyle geliyordu ki, bu şehrin insanları, bizler, bir yıllığına çoluk çocuk, yaşlı genç, zengin fakir tek bir kişi kalmamacasına uzaya ışınlansak; şehrin arabaları da bir anda buhar olup dumanı havaya karışsa; apartmanların bacalarından, kaldırım taşlarının çatlaklarından, plazaların o hızla dönen kapılarından, hastanelerin acil servis tabelalarının duvara çakılan yarıklarından karahindibalar, biberiyeler, sarmaşık dalları, mimozalar fışkırıverecek; şehir bir anda solunum yetmezliğinden kurtulup, Ortaçağ’ın bedenine iksir değince canlanan masal kahramanları gibi gençleşip sağlığına kavuşuverecekti.

Ben böyle düşüncelere dalmışken, orta yaşlı bir kadının bakışlarının üzerimde gezindiğini hissettim. Ayağında başparmağını açıkta bırakan pabuçları, pamuklu, elde dikilmiş maksi eteği, başında ev hali ensesine doladığı yazmasıyla yanımdaki koltukta oturuyordu. Pembeleşmiş yanaklarıyla hafifçe gülümseyerek ‘’iyi yolculuklar’’ dedi, ‘’size de iyi yolculuklar’’ diye karşılık verdim elimde olmadan. Neşeli ve dikkatli gözleriyle beni inceliyor, çekingenliğe yer bırakmayan merakını dizginlemeden, konuşmaya can atıyordu. Bense, otobüse binmeden önce yaşadığım, anısı taptaze duran tatsız olayın da etkisiyle, kadına göz ucuyla bile bakmaktan kaçınmış, etrafı seyretmekten başka bir şeyle ilgilenmediğimi göstermek için de güneş gözlüğümü yüzüme yerleştirmiştim.

Şimdi bahsettiğim o tatsız olayı anlatayım size: Geç kalma telaşı içinde evden çıkmış, neredeyse uçarcasına otobüs durağına varmıştım. Durağın on adım ötesinde, kulübedeki memura, telaşlı halimle otobüsü nerede bekleyeceğimi sordum – cümlemin başına bir merhaba eklemeyi unutmadan -. Bu sorunun ilk anda hepinize garip geldiğinin farkındayım. Görevli memur da, durakta bekçilik ettiğine bin pişman, sıkıntılı bakışlarını isteksizce yönelterek üç kelimeden oluşan umursamaz bir cevap verdi bana. Kelimelerini seçerken umduğumdan da tasarruflu davrandı davranmasına fakat ben söylediklerinden hiçbir şey anlamadığım gibi dalgasını üzerime salmış gittikçe kabaran öfkemle meşguldüm. Aslına bakarsanız daha memurun yüzüne baktığım o ilk anda ‘’sakin ben’’ ile ‘’öfkeli ben’’ birbirlerine yumruk sallamaya başlamışlardı bile. ‘’Öfkeli ben’’im inatla ‘’sakin ben’’imi bir kenara çekmeye, mümkünse dertop edip içimdeki çekmecelerden birine hapsetmeye can atıyor; turşu satan nezaketsiz suratlara haykırılacak iki çift lafın yeri ve zamanını belirleme konusunda önceliği kimseye kaptırmamakta ısrar ediyordu. Böyle anlarda, yani ‘’öfkeli ben’’im ne zaman saklandığı köşeden çıkıp kendini gösterse ona gem vuramıyor, meydanı kendilerine teslim ediyorum. Yine aynı şey oldu: Görevliye ilk defa Beşiktaş otobüsüne bineceğimi, onun için lütfen bana anlaşılır bir ifadeyle, özenli bir açıklama yapmasını, zira duraklara çakılı numaraların beni yanılttığını, geçmiş tecrübelerimden bildiğim kadarıyla şoförlerin yolcuları duraktan değil de kendince uygun buldukları bir duraklama yerinden aldıklarını, iş bu noktaya vardığında ise kafamın iyice karıştığını anlatmaya çalıştım. Üstelik engelli, yaşlı ya da bebekli insanlar için bu umursamazlığın ne kadar ciddi dertlere yol açabileceğini eklemeyi de ihmal etmedim. Sabrının son noktasına dayandığını haykıran bakışlarını gözlerime dikti. Otobüslerin park alanının yetersizliğinin şoförleri böyle davranmaya ittiğini; eğer otobüse binmek istiyorsam, şoför hazretlerini durakta beklemek yerine, her nereden yolcu alıyorsa oraya kadar bir zahmet otobüsün peşinden koşmaktan başka çarem olmadığını, gayet anlaşılır bir sadelikle ve kayıtsızca söylemekle yetindi. Ben de hâkim olmaya çalıştığım öfkemi susturup köşesine gönderdikten sonra beklemeye başladım otobüsümü. Bedenim sıraya durmuş beklesin bakalım; düşünceler taş çatlasa da yerinde duramıyor. Yine de yapabildiğim kadarıyla ve önemli noktaları atlamadan paylaşmalıyım onları sizinle:

Son aylarda böyle her gün iyi kötü, uzun kısa günlükler tutarken temel meselelerimden birini keşfedivermiştim. İnsanların başkalarına ne ölçüde nazik davranıp davranmadığına dikkat ediyordum. Hatta bunu o derece önemsiyordum ki ‘’nezaket’’ ve ‘’nezaketsizlik’’ örneklerini birer birer not etmek; mümkünse bu davranışların kökeninde yatan nedenleri keşfetmek, açığa çıkarmak, hatta belki de deney odasına sokup ‘’nezaket’’ ve ‘’nezaketsizlik’’e ayrı kaplarda basınç uygulamak, ortaya çıkan tepkiyi ölçmek, sonra da sonuçları kaydetmek istiyordum. Aklıma takılan sorular da biriktikçe birikiyordu:

  • Nezaketin dereceleri
  • Özellikle kimlerin, neden nezaketsiz davrandığı
  • Davranışlarda ölçülülük ile nezaket arasındaki ilişki
  • Kibirle nezaket arasındaki ilişki
  • İşinde mutsuz, evinde mutsuz insanların ne derece nazik olabilecekleri gerçeği
  • Değersizlik duygusunun yol açabileceği   nezaketsizlik örnekleri
  • Nazik davranışlara başkalarınca   ne ölçüde değer biçildiği ya da alaya alındığı
  • Küfürlü konuşmalar, otoriter tavırlar- nezaket ilişkisi

Liste böyle uzar gider. Anlaşılacağı üzere bu meseleye takılmış durumdayım. Aslına bakarsanız yaşadığım zaman ve mekânla bağlarımın gücünü sorgulamaya başladığımda, çevremde gözlemlediğim tuhaflıklar artıyor, şaşılası olayların sayısı ve sıklığı eksilmek şöyle dursun günbegün artıyor. Yine de ‘’nezaket’’in toplumun hücrelerine ne ölçüde nüfuz edebildiğini anlamak, elle tutamasam da gözümle göremeyecek kadar uzaklarda olmadığına inanmak istiyordum. Dönelim durakta gerçekleşen sahneye: Memurla aramdaki diyalog iyi dileklerle sonlanmamıştı. Onun umursamazlığıyla benim öfkem kapışmış, 1-0 nezaketsizlik öne geçmişti. İkimizin de kibarlığı ölçüye vurulsa takdire şayan sonuçlar alamayacağımız kesindi.

Size otobüsten inip Beşiktaş’ta bulunduğum üç saat boyunca yaşanacaklara rehberlik etmesi için esaslı bir açıklama borçluyum. Olur ya bu açıklamalar belki de derdimin dermanını keşfetmekte bir işe yararlar: Tam karşınızda birbirlerine, farklı galaksilere ait gezegenlermiş gibi uzak düşen beş kişiyi hayal edin. Bunların ikisi erkek, ikisi kadın ve biri de çocuk olsun. Mesela tinerci bir genç, saygın iş kadını Güler Sabancı, ünlü aktör Brad Pitt, çiçek satan bir Roman kadın ve de orta sınıftan on yaşlarında bir çocuk (çocuğun cinsiyetini belirleme işini hayal gücünüze bırakıyorum). Benim için nezaket, bu beş kişiye karşı sergilenecek davranışta dış görünüş, şöhret ve maddi gücün etkisine yüz vermeyecek kadar hassaslaşmış bir teraziye sahip olmak demekti.

Bu düşünceler zihnimde akıp dururken seyrine doyum olmayan yolculuğumuz da sona ermiş kendimi Beşiktaş’ın hengâmesinde buluvermiştim. Soluklanmak için İstanbul’un birçok semtinde olduğu gibi adını yaşlı ‘’çınar’’ından alan açık hava kahvelerinden birindeki küçük tabureye bıraktım kendimi. Bir yandan ağacın gölgesinde serinleyip çayımı yudumluyor, bir yandan da tavla oynayan gençleri, onların yanı başında sohbete dalmış sevgilileri gözlüyordum. Fakat hemen yakındaki geniş bulvarın araba kalabalığı konuşmaların havaya karışan canlılığını bastırıyor, sesler duyulmaz oluyordu. Derken bir bardak çayın iki liralık ederine karşın cüzdanımda elli liradan başka para bulunmadığını fark ettim. O anda hesabı ödeyeceğim garsona yönelerek lütfen kusura bakmamasını, kendimi para bozdurmak için çiklet satın alan biri gibi hissettiğimi, fakat işin aslının böyle olmadığını, onu zor durumda bırakmayı asla aklımdan geçirmediğimi geveleyip duruyordum. Adamcağız ne yapsın? Her müşterinin döktüğü dilleri dinlemeye kalksa iki günde kapı önüne konulacağı kesindi. Bir yandan masaları takip ediyor, bir yandan paramın üstünü denkleştirmeye çalışıyor, üstüne üstlük beni teselli ederken de böyle bir şeyin herkesin başına gelebileceğine, kendimi üzecek hiçbir neden bulunmadığına yeminler ediyordu. Sonunda paramın üstünü alıp yoluma devam ettim. Gelgelelim bunaltıcı sıcak nefes aldırmamakta inat ediyordu. Bir çift sandalet edinme niyetiyle Beşiktaş Çarşısının serinliğine attım kendimi. Ne var ki girdiğim mağazada pabuçların birini giyip diğerini çıkarırken, huysuzluğum beni yanına çekmiş, bir güzel hoşbeş ediyordu: Denediklerimin yarısına en az bir tane kulp taktı, diğer yarısının da kulplarını takmakla yetinmeyip didikledi durdu onları. Sabırlı ayakkabıcı, her gün benim gibi kaç huysuzla uğraşıyor bilinmez, serinkanlılığı bir an olsun elden bırakmadı; bilgisini ve ilgisini de işe koşup gerekli tüm açıklamaları yaptı. Bana da serisi tükenmişlerden numarası ayağıma uyan bir çift sandaleti satın almak düştü.

Açık havada kısa bir yürüyüşten sonra artık sahil kenarında midemi yatıştıracak bir şeyler atıştırıp kahve yudumlayarak Boğaz’ı seyretme zamanıydı. Kafede yerime kurulmuş, yan yana dizilmiş teknelerin aralarındaki boşluktan denizi seyrederken siparişimin gelmesini bekliyordum. Bir ara yan masada oturan genç adamın garsona derdini İngilizce anlatmaya çabaladığını fakat sözünün yarıda kesildiğini duydum. Çocuğun neler olup bittiğini anlayamadığı oflayıp puflamaları arasında başka bir garson imdadına yetişmişti. Yemeklerimizi delikanlıyla aynı anda söylemiştik, masalarımıza getirilişleri de aynı dakikalarda oldu. Yalnız arada bir, bizim İngiliz, söylediği her kelimenin anlaşılması beklentisiyle konuşuyor; her ne kadar kısa cümlelerle derdini anlatmayı denese de umduğu kolaylığı bulamadıkça şaşalıyordu. Yemeğini bitirdikten sonra tabak çatalı toplanırken de İngilizce teşekkür etmiş Türkçe ‘’teşekkürler’’ demeyi besbelli ki aklından geçirmemişti. Dünyanın neresine giderseniz gidin, bulunduğunuz ülkenin dilinde teşekkür etmek her iki tarafı da memnun eden bir jesttir. Sizi bir anda o çoğunluğun katılımcısına dönüştürür, aidiyet katar. Garsonlar size ayrılırken gülümser, ‘’afiyet olsun’’ derler; ‘’yine bekleriz’’ derler. Karşılıklı memnuniyetin dile gelen ifadesi. Ben kendi dilimde teşekkür etmeyi severim, hem de şükran duyarak. Hele de kibarca dile gelen bir ilginin mahcubiyetini yaşıyorsam ‘’teşekkür’’ anının törensel bir havası vardır. İnsanların birbirlerine verdiği değeri temsil eder gibidir; beni arındırır, başkalaştırır, tazeler. Mahcubiyetimi gideremesem de iyiliğin korunduğuna dair inancımı tazelerim. Bu mutluluğu dünyanın öbür ucunda yaşadığımda ise ömrüme birkaç gün eklenmiş sayarım kendimi.

İşte orada öylece durmuş, Üsküdar motorunun kalkış saatine çeyrek kala kahvemi yudumluyorum. Az sonra başımı hafifçe eğerek garsona gülümsüyorum. Yerimden kalkıyorum. Deniz ile aramdaki mesafe yarım metre. Günün ikindiye kavuşan vaktine rağmen parlaklığından bir şey yitirmemiş güneşin Boğaz’ın sularına değen ışığını hayranlıkla izliyorum. Derin derin nefes alıyorum, gülümsüyorum.

Hatice Beken

50% LikesVS
50% Dislikes

Leave a Reply