Sanatçılar, eserleriyle beni bu aralar hep aynı yere götürüyorlar; aynı boşluğa, aynı derinliğe, aynı hiçliğe… 2001: Bir Uzay Destanı’nın sonunda astronot David Bowman’ın Satürn’ün halkalarının arasından geçerek ulaştığı zamansız, mekansız hatta bedensiz yere, saf bilinç haline. Zamanın tersine aktığı Carpentier’in ‘Tohuma Yolculuk’ öyküsünde Don Marcial’in vardığı doğumundan önceki hiçliğe. MoMa’nın Corona sebebiyle herkese açtığı online sergide Van Gogh’un Starry Night/ Yıldızlı Gece tablosunun ressamın kendi sözleriyle anlattığı derinliğine;
“Yıldızlara bakarken her zaman hayal kurarım. ‘Neden?’ diye sorarım kendime, ‘gökyüzünün parlayan noktaları Fransa haritasının siyah noktaları kadar ulaşılabilir olmasın?’ Tarascon’a veya Rouen’e gitmek için treni kullandığımız gibi, bir yıldıza ulaşmak için ölümü kullanırız.”
Sanatın asıl büyüsü, insanın bilebildiğimiz yaşamdan koptuğu noktada mı acaba? Sanatın insanoğlunun nefes aldığı alan olarak tanımlandığını okumuştum bir yerlerde. Oysa büyüleyici sanat eserleri başka bir yeri işaret ediyor sanki, daha karanlık, daha derin, daha sessiz-sonsuz bir yeri. Bilgimizin, algımızın ölümünü… Nefes bile alınmayan çünkü buna gerek duyulmayan bir yeri…
Van Gogh’a not: Şu anda Fransa haritası üzerindeki siyah noktalar ulaşılabilir değil, korona salgını nedeniyle trenler çalışmıyor. Ama ölüm çalışıyor; belki de yıldızlar daha ulaşılabilir şimdi, harita üzerindeki noktalardan.
Gaston Ricquet
18/04/2020, İstanbul
Leave a Reply