1970’lerde başlayan Mersin Festivali* şimdi düşünüyorum da ne kadar farklı bir hava katıyordu şehre. İnanılmaz bir canlılık gelirdi sokaklara, evlere… Sayısız konserler verilir, tiyatro oyunları sergilenir, sergiler açılır, defileler yapılırdı. Yapılan her etkinlik halkı kaynaştırır, kültürel aktivitelerle tanıştırırdı. Yaz boyu yıldızlar yağardı sanki. Kemal Burkay’ın dizelerini yaşardık, şehre bir film gelir, mevsim Akdeniz olurdu hep. Babam, festivaldeki neredeyse her etkinliğe götürürdü bizleri; konserden, tiyatroya, defilelere kadar. Türk Pop müziğinin patlama yaptığı yıllardı; Sezen Aksu’dan Esmeray’a, Yeliz’den Nilüfer’e, Ali Kocatepe’den Gökben’e, Erol Evgin’den Cem Karaca’ya onlarca sanatçıyı sahnelerde izlemek inanılmaz bir deneyimdi bir çocuk için. Müzeyyen Senar’dan Kamuran Akkor’a, Muazzez Abacı’dan Zeki Müren’e sanatçı fırtınasına tutulurdu tüm şehir.
Ama, Zeki Müren fırtınası bir başka esmişti Mersin’de. Bir söylentiye göre 1960’larda Mersin’e gelen Zeki Müren’e yumurta atılınca, Müren haklı olarak küsmüş ve şehre bir daha gelmemeye yemin etmiş. Uzun yıllar süren bir çaba sonucu, Mersin’e gelmeye ikna edilen Müren’in şehre yeniden gelişi unutulmaz bir olay olmuş, havaalanı apronunda deve kesilerek karşılandığı söylenmişti. Özeleştiri kültürünün pek olmadığı bizim toplumda bu şaşalı karşılama ile geçmişte sanatçıya yapılan saygısızlıktan dolayı şehir halkı adına bir tür özür dilenmişti Sanat Güneşi’nden.
Zeki Müren çocukluğumdan beri hep özeldi benim için. O, klasik Türk Sanat musikisine açılan kapımdı. Pop müzik, halk müziği, klasik müzik hepsi önemliydi ama klasik Türk Sanat musikisi daha çok dokunurdu ruhuma açıkçası. Çocuk yaşta da olsam Hacı Arif Bey’in, Itri’nin, Saadettin Kaynak’ın, Selahattin Pınar’ın eserleri bir başka büyülerdi beni.
Cuma akşamları TRT Radyo’da saat 21.00’de başlayan Türk Sanat Müziği Konseri’ni sabırsızlıkla beklerdim elimde kâğıt kalemle. O programda eseri sunmadan önce, hakkında geniş bir bilgi de verilirdi. Bu vesileyle beni huşuya erdiren eserlerin güftesini, makamını ve bestecisini öğrenir, özenle yazardım defterime. Nihaventten rasta, kürdili hicazkardan buseliğe, uşşaktan segâh makamına uzanan ne kadar zengin bir külliyatı vardı sanat müziğinin.
Evde her tür müzik dinlense de Zeki Müren’in plakları daha ağırlıktaydı elbet. Müren’in her harfin hakkını veren, anlaşılır ve titiz icrası sayesinde klasik Türk Sanat musikisinin eski güftelerini bile anlamakta zorlanmazdık. Mersin’e gelişi bile deprem etkisi yaratan Zeki Müren’i çocukken sahnede izlemek unutulmaz bir tat hala hafızamda. Sıcak bir yaz akşamında açık havadaki konserde Zeki Müren ‘bir güneş’ gibi doğdu ruhumuza. Sahnede, adeta güneşi batmayan bir imparatoru izlemiştik.
Mersin Festivali’nde konserlerin bir de efsane sunucusu vardı; Halit Kıvanç. Kamuoyu Kıvanç’ı daha çok spor spikeri olarak bilir belki. Oysa Kıvanç, Mersin Festivali’ni o ince, sanatkâr, nükteli, zekâ dolu sunumuyla her yıl daha da renklendirirdi. O’nu da bir sanatçıyı bekler gibi sabırsızlıkla bekler ve can kulağıyla dinlerdim. Sahnenin ve ‘takdim’in ne olduğunu öğretirdi, güzel bir yemeği sunan gurmeler gibi. Bir mikrofon duayeni olan Kıvanç’ın, Zeki Müren’i sahneye davet edişindeki zarafeti, büyüleyici sunumu hala hafızamdadır. Hiç unutmam, Zeki Müren’in bir sanat güneşi olarak geldiği noktayı anlatırken: “Her şey yükselebilir, bir toz da yükselir, ama bir sanatçı olarak o zirvede kalmak, dinleyicilerin kalbinde taht kurmak bir başkadır.” demişti. Kıvanç’ın daveti ile sahneye gelen Zeki Müren edasıyla, kostümüyle, duruşu ve sesi ile sadece sahneyi doldurmadı, yüreğimizi de doldurdu adeta. Müren’in o doğal ambiyansı ile nefessiz kalan seyirci, bir sanatçının sahnede nasıl devleştiğini izledi aslında. Konser bitene kadar izleyiciler de Müren’le birlikte transa geçti, sürekli alkışladılar farkında bile olmadan. Oysa o hiç alkış istemedi izleyicilerinden. Son bestesinde yazdığı gibi, ‘alkışlarla yaşayan’ sanatçıya, alkışlar da kendiliğinden bir pınar olup aktı.
Sanat hayatında yüzün üzerinde besteye imza atan, altı yüzün üzerinde plak ve albüm çalışması yaparak her albümüyle büyük başarı yakalayan, 1955 yılında ‘Manolyam’ adlı şarkısıyla Türkiye’de ilk Altın Plak Ödülü’nü alan, vefatının üzerinden 26 yıl geçse de hala ‘biricik’ sanatçılarımızdan biri olmaya devam eden efsane sanatçımızı tekrar anmaya ne dersiniz? Farklı tarzı, güçlü ses ve yorumuyla büyük bir hayran kitlesine sahip olan Müren besteci, söz yazarı, yorumcu, oyuncu, ressam ve sahneye getirdiği yeniliklerle çok yönlü ikonik bir sanatçı. Pek çok açıdan koca bir tarih barındıran o renkli yaşamına kısa bir gezinti yapalım birlikte.
Bursa’nın Altın Çocuğu
6 Aralık 1931’de Bursa’da Tophane Mahallesi’nde dünyaya gelen sanatçı, ailesini ve dünyaya geliş hikayesini şöyle anlatır:
“Uludağ eteklerine ikinci kar çoktan düşmüş. Bursa, sıfırın altındaki gecelerinden birisini yaşıyor. Dedem Hacı Mehmet Efendi, göbeğim kesildikten sonra o güzel sesiyle minicik kulaklarıma ilk ninniyi söylemiş. Rahmetli babaannem, ‘inşallah başarılı ve zeki bir çocuk olsun’ diyerek adımı Zeki koymuş”.
İlk musiki nağmelerini müezzin olan dedesi Mehmet Efendi’den duyan Müren, üç yaşında müziğe ilgi duymaya başlar. Müren, güzel sesi ile ünlü olan hafız dedesinin ezan okurken, herkesin sokaklara döküldüğünü, tüyleri ürpererek dinlediğini söyler. Kereste tüccarı olan babası Kaya Müren’in Bursa’nın en iyi giyinen erkeği olduğunu, yaz-kış demeden ölünceye kadar takım elbisesini ve kravatını hiç çıkarmadığını anlatır.
Müren, henüz çok küçükken bahçelerindeki sardunyalı havuz başını sahne olarak düzenler, mahallelilere konserler verir. Sanatsal yönelimini ailesi kadar o dönem her yaz Bursa’ya gelen çadır tiyatroları da etkiler. Müren, ”Bayılırdım o çadır tiyatrolarına. Babama hep yalvarırdım, ‘Ne olur önden bilet al’ diye. Benim hatırım için evdekiler iki gecede bir çadır tiyatrosuna taşınırdı.” diye aktarır sonraları. Şarkıcıların sırayla nasıl sahne aldıklarını, özellikle çadırın assolisti çıktığı zaman nefesinin kesildiğini, onlarla şarkıları mırıldandığını söyler. Çocuk yaşta çadır tiyatrolarını büyük bir tutku ile gözlemleyen Müren, ileriki yaşlarında sadece müzik icra etmez, isminin hakkını veren zekasıyla sahnelere getirdiği yeniliklerle bu sektörde çığır açar.
Müren, ilk ve orta okulu Bursa’da tamamlar. Müzik yeteneğini okuldaki öğretmenleri keşfeder. Öğretmenlerinin müsamerelerde ona verdiği müzikal roller, onun müzik ve sahne tutkusunu perçinler. Babası okulun yanı sıra dönemin ünlü hocalarından musiki dersleri de almasını sağlar oğluna. Okul dönüşü ilk derslerini Bursalı tambur üstadı İzzet Gerçeker’den alır.
Bursa dar gelmeye başlar Müren’e. Ailesini ikna ederek lise eğitimi için İstanbul’a gider. 1946’da yatılı eğitime başlayan Müren, Tamburi İzzet Gerçeker’in yanı sıra Agopos Efendi, udi Kirkor Efendi, Refik Fersan, Şerif İçli ve Şükrü Tunar hocalarla solfej, fasıl musikisi, Klasik Türk Müziği makamları, usül ve beste üzerine dersler alır. 1949’da da Zehretme bana hayatı cananım adlı ilk bestesi İstanbul Radyosu’nda ‘Bursalı Zeki Müren’in acemkürdi şarkısı’ anonsuyla okunduğunda, on yedi yaşında bir lise öğrencisidir henüz. O dönem Şükrü Tunar’ın bestesi olan ‘Muhabbet Kuşu’ adlı ilk plağını da çıkarır. Müren ülkenin müzik dünyasına ilk plağı ve ilk bestesi ile hızlı bir giriş yapar.
1950’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde Süsleme Bölümünde yüksek öğrenime başlayan Müren aynı yıl açılan sınavı birincilikle kazanarak İstanbul Radyosu’nun ses sanatçıları arasına katılır. Kültürel atılımların teşvik edildiği erken Cumhuriyet döneminde radyo sanatçısı kimliği topluma ulaşmada ve saygın bir statü edinmede önemli bir işlev görür. 17 yaşında ilk bestesini yapan, 19 yaşında radyo sanatçısı olan Müren 1950’lerin bir tür altın çocuğudur.
1951’de İstanbul Radyosu’nda eski Türk filmlerinde sıklıkla gördüğümüz bir sahne gerçekleşir. Radyoda konseri olan Perihan Altındağ Sözeri’nin rahatsızlanması üzerine Müren davet edilir. Programda muhteşem bir canlı performans sergileyen Müren’in müzik kariyeri bu konserden sonra hızla yükselişe geçer. Konser sonrası Müren’i ilk arayarak tebrik eden kişi, kendisinin de hayran olduğu o dönemin büyük starı Hamiyet Yüceses’tir. Artık radyodaki konserlerle kitlelere ulaşmaya ve tanınmaya başlar Müren. Başarılı geçen ilk konserin ardından radyolarda düzenli olarak 15 yıl eserler seslendirir.
Uzaydan Gelen Prens
Radyoyla birlikte çok sevdiği sahnelere de adım atan Müren ilk gazino konserini 26 Mayıs 1955’te verir. Aynı yıl bestesi de kendisine ait olan ‘Manolyam’ şarkısıyla da Türkiye’de ilk kez verilen Altın Plak Ödülü’nü kazanır.
Resim alanındaki yeteneği ve aldığı eğitim de Müren’in çok yönlü sanatçı kimliğini besler. Üniversitenin Yüksek Süsleme Bölümü’nden birincilikle mezun olan Müren, birkaç kere resim sergisi açar. Desen/tasarım alanındaki yeteneği sayesinde müziği kadar ses getiren sıra dışı sahne kostümlerini de bizzat kendisi tasarlar.
Özenle tasarladığı sıra dışı sahne kostümlerinin de ilginç isimleri vardır. ‘Uzaydan Gelen Prens’ adını verdiği, üstteki mini etek ve yüksek platform topuklu ayakkabı kostümü ile sahnede sınırları zorlar. Müren, ”Kendimi ayda yürüyen Neil Armstrong gibi hissediyorum”** dediği bu kostümü ile aslında uzaydan gelmişçesine aykırı bir figür olduğunu ifade etmekte bir sakınca görmez. Türkiye gibi muhafazakâr/gelenekçi bir toplumda, sahnelere sadece yenilikçi formlar getirmekle kalmaz, geleneksel cinsel normları da kendi özelinde toplumla çatışmadan sessizce yıkar.
Sahne kostümlerinin yanı sıra bizzat icrada bulunduğu sahneleri de dönüştüren, dizayn eden bir sanatçı olarak pek çok yeniliğe imza atar.
Örneğin, gazinolarda sahnelerin podyumunu T şeklindeki düzenlenmek Müren’in fikridir. T sahne düzeni ile arkalarda olan seyircisine ulaşabilmeyi, onların arasına karışmayı, maksimum etkileşimi hedefler. Ayrıca, saz heyetlerini bir örnek giydirerek sahnede görsel bir bütünlük oluşturmak da onun fikridir. Bu sanıldığı kadar kolay olmaz, hocası Selahattin Pınar’ı zor ikna eder mesela. İlk döner sahneyi kullanan Müren, resim alanındaki ustalığı ile sahne dekoruna da el atar.
Sadece sese değil, sahneye, dekora, ışığa, kostüme özen göstererek izleyicinin gözüne/gönlüne de hitap eder. Bir sihirbaz gibi sahneyi görsel bir şölene çevirir, izleyicilerini büyüler, onların kendisini özel hissetmelerine özen gösterir. Dönemin efsane eğlence mekânı Maksim Gazinosu’nda yıllarca aralıksız sahne alır, sahnelerin duayeni olur.
Beklenen Şarkı
Müzikal başarılarının yanı sıra, 1954’de o dönemin sinema tanrıçası Cahide Sonku ile başrolünü paylaştığı ilk filmi kendi bestesinin de adı olan Beklenen Şarkı müthiş bir sansasyon yaratır. Artık sadece sesi değil, yüzü ile de geniş halk kitlelerine ulaşır. Film, Zeki Müren’i görmek isteyenlerin akınıyla gişe rekorları kırar.
Berduş, Hayat Bazen Tatlıdır, Altın Kafes, Bir Yaz Yağmuru gibi kendi bestelediği şarkıların filmlerinde başrol oynar. ‘Çay ve Sempati’ adlı tiyatro oyununda da başrolü ile de büyük beğeni kazanır. 1965’te şiirlerini ‘Bıldırcın Yağmuru’ adıyla kitap ve kaset olarak yayımlar.
Müren hızla şöhrete ulaşsa da şımarmaz, çalışma azmini asla kaybetmez, 4000’e yakın repertuvarı ile Türk sanat müziğinin kara kutusu olur adeta. En önemli özelliklerinden biri de Türkçe’yi kullanmadaki özenidir. Müren, Türkçe’nin nirvanasıdır. Sadece konuşmada değil, sanatını icra ederken en zor güftelerde bile dile gösterdiği titizlik, özellikle dilimizin erozyona uğradığı bugünlerde hatırlanması gereken bir emsal.
Şöhreti ülke sınırlarını aşan Müren, 1976’da Londra’daki Royal Albert Hall’da sahne alan ilk Türk sanatçı olur, plakları yabancı ülkelerde de rağbet görür.
Yıllarca çok yoğun tempoda çalışan Müren, 1980’de geçirdiği kalp krizi sonrası daha çok Bodrum’da yaşamaya başlar, Bodrum’un Paşası olarak anılır bir süre sonra. Sağlık sorunları nedeniyle sahnelerden uzaklaşan Müren son konserini 1984’te geliri antik tiyatronun restorasyonuna harcanmak üzere Bodrum Kalesi’nde verir. 1991’de de Devlet Sanatçısı unvanını alır.
Sağlık sorunları artınca izleyicilerine duyduğu derin saygıdan ötürü, onların hafızasında ‘ikonik’ görkemli hali ile kalma adına kendini insanlardan izole eder, eve kapanır. O dönem ancak çok sınırlı sayıda programlara katılır; TRT’nin yılbaşı özel yayınları gibi. Zeki Müren’le, Nesrin Topkapı’yla karşıladığımız yeni yıllar, Nazım’ın ifadesiyle yıldızlar kadar uzak bize.
26 Eylül 1996’da TRT İzmir Stüdyolarında gerçekleşen ödül töreni davetini kıramaz gelir. Yıllar sonra kamuoyunun önüne çıkar. TRT’ye katkılarından ötürü Şükran Ödülü verilen törende Müren’e bir de sürpriz vardır. 1951 yılında TRT radyoda ilk konserini verdiği mikrofon hediye edilir. İzleyicileri ile ekranlarda buluşma heyecanı, ödül ve sürpriz onu çok heyecanlandırır. Törende en son olarak ‘kadirşinas halkımıza teşekkür ediyorum’ der ve kalbine yenik düşer. En son izleyicileri ile teşekkürlerle vedalaşması da Zeki Müren’e yakışan soyluluğun bir tezahürüdür.
Müren’in cenazesi de her kesimden binlerce insanın katıldığı şanına yakışır bir törenle kaldırılarak doğduğu yer Bursa’da toprağa verilir. Cenaze töreni ekranlardan canlı verildiğinde, ben de evde gözyaşlarımla veda etmiştim ona. Yalnız olmadığını, çok sevildiğini fısıldadım derin bir özlemle.
Geçmişten Günümüze Efsane Kalabilmek
Müzikten sinemaya, tiyatroya, şiire, resme olan tutkusuyla çok yönlü bir sanatçı olan Müren ülkenin en popüler, karizmatik sesi ve yüzüdür hala. Çok yönlü yeteneğini harmanlayarak kendini saçından, makyajına, kostümüne adeta bir ikon olarak tasarlar Müren. Çok katmanlı ikonik/efsanevi bir karakter yaratan Müren’in sanat yaşamı boyunca nevi şahsına münhasır duruşunu özenle koruyabilmesi de çok büyük bir başarı öyküsüdür aslında.
Başlangıçta radyo, ardından sahneler, plaklar ve televizyonlar aracılığıyla her kuşağa ulaşabilen Müren, yaratıcılığı, farklılığı, sanatındaki ustalığı, hoşgörüsü ve çok renkli kimliği ile toplumun bilinçaltına yerleşmiş bir karakterdir.
Geleneksel kodlara ne kadar aykırı olsa da önyargıları kırabilmiş, milliyetçisinden liberaline, muhafazakarına, yaşlısından gencine toplumun çok farklı kesimleri ile güçlü bir bağ kurabilmeyi başarabilmiş ender sanatçılardan biridir. 1950’lerden günümüze herkesin Zeki Müren’i olmayı başararak, toplumu birleştirici, bütünleştirici bir rol de oynamış, sanata, sanatçıya ve farklılıklara karşı doğal bir hoşgörünün oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Vefatından sonra bile devam eden popülaritesi ve unutulmaması Müren’in bir iletişim dehası olmasıyla ilintilidir. Sanatında duayen, karizmatik ve efsanevi bir noktaya ulaşabilmesi yeteneklerinin yanı sıra güçlü iletişim yeteneği ve disiplinli ve çalışkan kişiliğiyle ilgili. 1950’lerde üne ulaşsa da kendini değişen zamana uyarlayabilme becerisi, Müren’i günümüze kadar taşımasının anahtarıdır. Kitlelere ulaşabilmeyi önceleyen bir sanatçı olarak değişime hızla adapte olur. Kendi deyimi ile ‘eskimeden yenilenmek’ önemlidir bir sanatçı için. Şimdi Uzaklardasın, Manolyam, Bir Demet Yasemen, Gözlerinin İçine Başka Hayal Girmesin gibi Türk sanat müziğinde eserlere imza atmasına rağmen, 1970 ve 1980’lerde arabesk modasına bile hızla ayak uydurur. Bir klasik müzik dinleyicisi olarak beni o zamanlar üzse de arabesk eserler okumakta bir sakınca görmez. O dönem tepki duysam da onun izleyicilerinden uzak kalmamak adına, onların tercihlerini kendi tercihlerinin önünde görmesini daha iyi anlıyorum şimdi.
Toplumla çatışmadan, saygı zemininde içinde yaşadığı halkın geleneksel kodlarını, sınırlarını zorlayan, farklı kimliğini topluma kabul ettirebilen sessiz bir devrimci Müren. Farklılıklarına rağmen, Türk halkının onu müthiş bir saygı ve sevgi ile sanat güneşi olarak bağrına bastığına bakınca, bugün sanata ve sanatçıya ilişkin nefret söylemleri insanın içini daha da acıtıyor.
Bu kadar çok sevdiğim sanatçı ile yollarımız kesişti yıllar sonra! Müren adasına bakan küçük evimden bazen söyleşirim onunla. O küçücük adadaki ‘tek’ ağaç onun yalnızlığını sembolize eder sanki. Ona yalnız olmadığını fısıldarım her defasında. Sevgilerimi saygılarımı yollarım en derininden. Şimdi Selahattin Pınar’dan en sevdiğin yalnız benim ol, el yüzüne bakma sakın sen eserini dinliyorum senin adına.
*1975’te ilki düzenlenen Mersin Akdeniz Tekstil ve Moda Festivali’nin tanıtım müziğini Ali Kocatepe besteler. Ertan Anapa, Ali Kocatepe, Hümeyra, İskender Doğan, Kamuran Akkor, Melike Demirağ, Zafer-Banu-Hülya üçlüsü seslendirir ve 45’lik plak halinde müzikseverlere sunulur.
**Beyza Boyacıoğlu, İnteraktif web projesi, Zeki Müren Hattı.
Leave a Reply