Okur Söyleşileri’nin beşincisinde aynı zamanda sitemizin yazarlarından da olan bir edebiyat öğretmeni ile birlikteyiz: M. Yücel Özmen. Yücel, Mersin’de yaşıyor. Edebiyat, kültür, sanat, halk müziği, gezi, doğa yürüyüşleri gibi alanlarda birçok faaliyet yürütüyor. Herkesin ve özellikle gençlerin okuma alışkanlığı kazanmasına yönelik çeşitli çalışmaları var. Söyleşimizde bunların bir bölümünün üzerinden geçme fırsatı da bulduk. Yücel, doğup büyüdüğü ortamda çok yoğun bir kültürel iklim olmasa da kendi bireysel azmi ve çabasıyla kendisini oldukça geliştirmeyi başarmış ve entelektüel, duygusal, naif bir kişilik kazanmış olan bir aydın. Şimdilerde Mersin’de, kendisi gibi öğretmen olan eşiyle ve öğrenci olan üç kızıyla beraber kültür, sanat, müzik dolu bir yaşamları var. Aynı zamanda editörümüz Cem ile kuzen de olan Yücel ile Cem’in de katıldığı keyifli bir söyleşi yaptık😊
AA: Yücel Bey merhaba, hoş geldiniz. Ben hep aynı soru ile başlıyorum, sizle de öyle başlayayım; neden okuyorsunuz?
YÖ: Okumak benim için bir tutku olduğu için okuyorum. Edebiyatın, okumanın bir sığınak olduğunu düşündüğüm için okuyorum. Günümüzün katı gerçekliğinden uzaklaşmak ve hayal dünyasında, kitapların dünyasında yaşamak için okuyorum. Empati kurabilmek için, anlamak için, kavrayabilmek için okuyorum.
AA: Zaten genelde yaptığımız söyleşilerde hep aynı şey ön plana çıkıyor, neden okuyoruz sorusunun cevabı olarak. Yaşadığımız hayatın katılığından ya da gerçekliğinden uzaklaşma konusu hemen hemen herkeste aynı şekilde. Hayat bizi yoruyor demek ki…
YÖ: Evet, kurmacanın dünyasına kaçmak, edebiyatı bir sığınak olarak görmek, kitapları dost edinmek, kitaptaki kahramanlarla hemhal olmak beni mutlu kılıyor.
AA: Peki şöyle sorayım o zaman; ne tür kitaplar okuyorsunuz? Kurgu mu okuyorsunuz genelde yoksa daha çok araştırma-inceleme tarzı kitaplar mı?
YÖ: Daha çok kurgu; roman, hikaye. Özellikle son birkaç yıldır daha fazla hikaye okuyorum. O da katıldığım hikaye atölyelerinin biraz etkisi. Hikaye deyip geçiyoruz ama aslında ne kadar yoğun bir anlatıma sahip olduğunu çok fark etmiyoruz. Hikaye okuyuculuğunun da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Son dönemlerde, özellikle bir buçuk yıldır her gün bir hikaye okumaya çalışıyorum mutlaka.
AA: Ne kadar güzel…
YÖ: Evet, onu da internette Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlerinin grubunda bir arkadaşım başlatmış oldu. 365 güne 365 hikaye okumasına dahil olarak başladık. Ben onlarla dokuz aydır beraberim ama daha öncesinden de hikaye okuyordum. Onun dışında da tabi inceleme, deneme, anı, şiir okuyorum. Şiir de benim için çok çok önemli. Şiiri çok severim, okumayı da severim. Öğrencilerime de ders aralarında şiirlerden, dizelerden mutlaka söz ederim, şiir zevki oluşturmaya çalışırım. Şiir sevmeyen insan sevmez derim hatta. Aslında hemen hemen her konuda okurum ama kurgu daha ağırlıklı, şiirle beraber.
AA: Hikayeye özel bir ilginiz var özellikle son yıllarda diye anlıyorum. Hikaye yazma konusunda da çalışmanız var mı?
YÖ: Hikaye yazma konusunda çalışmalarım var ama daha gün yüzüne çıkarmıyorum. Geçmişte deneme, inceleme falan yazıyordum. Hikâye için biraz uğraş vermek istiyorum. Bugüne kadar hikaye konusunda, mesela Sait Faik Abasıyanık’ın kitapları deriz ama, Sait Faik’in tüm külliyatını okumamıştım açıkçası. Bu süreçte onları okudum. Günümüz hikayecilerini, Tanzimat’tan bu yana özellikle belli başlı hikayecileri okumaya çalıştım. Son dönem de yeni hikayeciler üzerine okumalara devam ediyorum.
AA: Yazılan hikayeler var öyle anlıyorum, henüz ortaya çıkmasa da.
YÖ: Hikâye çalışmaları diyelim ya da işte daha çatısı tam çakılmamış, tam içime sinmemiş benim nezdimde. O nedenle uğraş var diyeceğim.
AA: Çok güzel, çünkü ben de şöyle düşünürüm: Herhangi bir metin için, aslında sadece hikaye için de değil, yazıldıktan sonra biraz hakikaten uğraşılması lazım üzerinde, demlenmesi lazım. Zamana ihtiyaç var bence hikayenin olgunlaşması için. Onun için kolay gelsin uğraşınızda. Şiirle ilgili de “Şiir sevmeyen insan sevmez.” sözünüzü biraz üzerime alınarak bir şey söyleyeceğim. Ben şiir sevmez değilim, tabii ki şiiri severim. Her ay Pazartesi 14’te yazdığım kitap incelemelerinde Terry Eagleton’ın ‘Şiir Nasıl Okunur’ kitabı üzerine yazarken şiirle olan ilişkimi de gözden geçirme fırsatım olmuştu. Mesela ben şiiri düz yazıya göre daha tekinsiz buluyorum. Bir okur olarak kendimi düz yazı ortamında daha rahat hissettiğimi fark ettim. Şiir çok daha büyük bir yoğunluk içeriyor. Onun için açıkçası ben şiire çok yakın hissetmiyorum kendimi.
YÖ: Cemal Süreya’nın ‘On Üç Günün Mektupları’ diye çok nefis bir kitabı vardır. Orada mesela karısı ameliyat olmuştur, ona hastanedeyken on üç gün boyunca mektup yazar. Hatta herkese de söylerim bu kitabı; şairin düz yazısı, mektupları bile şiirdir. O kadar böyle altı çizilesi satırlar vardır ki. Geçmişte bir yazar, katıldığımız bir söyleşide “Her Türk genci gibi ben de belli bir yaşa kadar şiir yazdım. Gerçek şair evlendikten sonra da şiir yazabilendir.” demişti😂😂 Ben de evet, evlenene kadar şiir yazdım geçmişte. Evlendikten sonra kızlarıma yazdım bir ara. Ben hep diyorum yani bir şeylerin yokluğunu çekmeden, yoksulluk çekmeden şiir de yazılamıyor. Bir eli yağda, bir eli balda da şiir yazılamıyor, bu yani.
AA: Doğrudur hiç şiir yazmadım demeyeyim, ben de her Türk genci gibi tabii ki şiir yazdım, gerçi evlenmedim ama yine de bir yerde kesildi şiirlerim. Nasıl şiir yazılır ya da hangi koşullarda yazılır hiçbir fikrim yok, ama Cemal Süreya’nın kitabını not aldım, en azından bir şiir okuması da yaparım onunla. Peki şunu sormak istiyorum; arkadaki kitaplıktan da, şu ana kadar ki konuşmamızdan da iyi bir okuyucu ya da yoğun okuyan bir insan olduğunuz anlaşılıyor. Bu okuma alışkanlığını nasıl kazandınız? Çocukluğunuzda mı sonradan mı? Nasıl bir öyküsü var okuma alışkanlığınızın?
YÖ: Enver Aysever ‘Aykırı okumak’ üzerine bir atölyesinde bir öğretmenden bahsetmişti. Okuyucunun üç evresi olduğunu söylemiş. Birincisi kese kağıdı okuyucu evresi. Sonrasında biraz daha derinleşerek okumak, üçüncü evresi de iyi bir okur olmak. Onun için hep söylüyorum, Türkiye’de bazen araştırmalarda da söyleniyor, iyi bir okuyucu belki çok çok az. Belki on binlerle ifade edilen bir okur kitlesi. Ben de geçmişte, özellikle ilkokul-ortaokul evresinde gazete okumaları ile, fırından ekmek aldığımda o zamanlar gazete kağıdına sarılırdı ekmek, onu da büyük bir tutkuyla okumakla başladım. Rahmetli dedem iyi bir gazete okuyucusuydu. Milliyet, Cumhuriyet mutlaka alırdı. Ben de o gazeteleri okurdum. Sonrasında gazetelerin verdiği kitapları okudum. Ben mesela Yaşar Kemal’in İnce Memed’i ile ortaokulda tanıştım ve bu benim okuma serüvenimde çok büyük bir dönüm noktası oldu. Sonra lise döneminde de yine klasikleri okumaya devam ettim. Üniversite’de Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Türk Dili Edebiyatı Öğretmenliği bölümüne girdim ve böylece okuma serüvenim daha da genişledi. Cemil Meriç’le tanışıp, 40 yaşında gözlerini okumaktan dolayı kaybettiğini öğrenmem beni çok etkiledi. Şöyle diyor Cemil Meriç; “Kitap bir limandı benim için. Kitaplarda yaşadım, kitaplarla yaşadım.” Ben de sanırım İstanbul’daki ilk yılımda, biraz da böyle İstanbul’un kalabalığından kaçmak için de belki kitaplara sığındım. Kitaplarla olan meşguliyetimiz böyle devam etti. Tabii bu ara ara sekteye uğradı. Kitap öyle bir şey ki, iyi bir okuyucu bile olsanız, kitaplardan uzaklaştığınız an bakıyorsunuz ki belki yılda bir elin parmakları kadar bile doğru düzgün kitap okuyamamışsınız.
AA: Evet, doğru, öyle oluyor.
YÖ: Tabi çevrenizde okuyan ya da kitaplarla ilgili paylaşımda bulunduğunuz insanlar varsa bunun çok faydası oluyor. Gerçekten öğretmen camiasında da bazen doğru düzgün kitap okumayan ya da dünyasının herhangi bir yerinde kitaplara yer vermeyen insanlar olduğu zaman kitaplardan uzaklaşıyorsunuz. Bir de tabi internetteki okumalar, özellikle köşe yazıları gibi çeşitli okumalar sizi bazen kitaplardan uzaklaştırabiliyor.
AA: Evet daha kolay oluyor onlara ulaşmak ve daha kısa oldukları için okumak daha kolay geliyor belki. Evinizde gazete okunduğu için sonuçta çocukluktan gelen bir aşinalık olmuş okumaya. Peki İnce Memed’i ya da klasikleri ortaokulda, lisede okumanız okul için miydi yoksa kendi seçiminizle mi okudunuz onları?
YÖ: Kendi seçimimle okudum. Ortaokulda mesela öyle bir okuma açlığı vardı ki çevremdeki arkadaşlarımın kendi kitaplıklarında ya da diyelim ki babalarının kitaplığında ne bulunursa okumak şeklinde. Yani Minyeli Abdullah da okudum, Emine Şenlikoğlu da okudum, tarih okumalarında biraz daha böyle milliyetçi yazarların kitaplarını da okudum. Cem Abi ile yaptığınız söyleşide bahsettiği Kemalettin Tuğcu mesela, “Bizim Kemalettin Tuğcularımız vardı.” diyor ya Yılmaz Erdoğan. O zamanlar Kemalettin Tuğcu kitapları vardı. O nedenle belki de hüzün var bizde. Hilmi Yavuz’un dediği gibi “Hüzün ki en çok yakışandır bize ve en çok anladığımız.” Benim de bir hayli Kemalettin Tuğcu okumuşluğum var, ilkokul ve ortaokulun bir döneminde. Dediğim gibi benimki biraz okuma açlığıydı, yani ne bulursam. Çok bilinçli değildi, çünkü çevremde, benim kendi evimde babam ya da annem okur değildi, ilkokul mezunu insanlar. Öyle klasiklerin, nitelikli kitapların olduğu bir kitaplığım yoktu. Çevremdeki insanlardan ne bulursam onları okudum.
AA: Bunu biraz şunun için de sordum. Gençlerle yaptığımız söyleşide, özellikle okulda kitaplarla, okuma ile ilgili yapılan aktivitelerin, önerilerin, ödevlerin okumak ya da iyi bir okuyucu olmak anlamında onları olumlu mu olumsuz mu etkilediğini sormuştum. Onlar genelde olumsuz etkilediğini söylediler. Bir edebiyat öğretmeni olarak size de sormak istedim. Mesela siz de okuldan etkilenerek okumamışsınız, kendi isteğinizle okumuşsunuz. Siz ne düşünürsünüz, şu anda eğitimci tarafında, geçmişte öğrenci tarafında olan bir kişi olarak, okulun kitap sevgisi ile okuma alışkanlığı ile ilgili olumlu bir etkisi var mı? Yoksa, nasıl olabilir? Bu önemli bir konu diye düşünüyorum. Çünkü dün bir gazetede gördüm, yazının başlığı şöyle; “Çocuğum kitaplardan nefret ediyor.” Çoğunlukla biz de hep diyoruz gençler okumuyorlar falan diye. Gençler de okulun kendilerini bu anlamda olumlu etkilemediğini söylüyorlar. Sizin bu konudaki düşüncenizi merak ediyorum.
YÖ: Şunu söyleyeyim; öğretmen bu konuda yol gösterici olmalı, kılavuzluk yapmalı. Diyelim ki derslerde arada bir kitaplardan söz etmek ya da okuduğu bir kitabı yanında getirerek ondan bahsetmek gibi. Okuma saatleri yapıyoruz mutlaka bizler de edebiyat derslerimizde, öğrenci ne getirmişse onları okumasını sağlayarak. Özellikle son dönemlerde popüler olan çeşitli dergiler var; işte Kafkaokur gibi ya da biraz daha gençlere hitap eden Kafa’dır, Masa’dır, Ot’tur, o tür dergilerden bahsederek, onların içerisindeki yazıların birini okuyarak. Aslında ben hep diyorum, günümüzde bizim verdiğimiz edebiyat dersinde, özellikle de önümüzde sınav gibi bir şey olunca, maalesef çocuğun o hikayelerin güzelliğine, okuduğu metninden edebi bir zevke ulaşması pek mümkün olmuyor. Şiirlerde de öyle ha keza. Edebiyat tarihi veriyoruz aslında. Öğretmenin kişisel gayreti de devreye giriyor. Öğretmen çok okumayı seven, düzenli okuyan biriyse gençlere okumak yönünde baya kılavuzluk yapabilir. Öğrencilerimin geri dönüşlerinden bu konuda onları olumlu etkilediğimi düşünüyorum. Çünkü kendim de bir okuyucu olarak , hepsini değilse bile özellikle o cevher olan bazı öğrencilerimi etkileyebiliyorum. Bunun dışında bir ara da okuma grupları yapmıştık. Adıyaman Gölbaşı’nda çalıştım ben daha önce 17 yıl. Gölbaşı’nda bir okuma grubu oluşturmuştuk. İlk önce Sendika’da oluşturduk, hatta moderatörlüğünü de ben yapıyordum. Sonrasında onu Gölbaşı Kültür Sanat Derneği’ne taşıdık. Orada sinema günleri, okuma günleri gibi çeşitli etkinlikler düzenliyorduk. Okuma grubunu derneğe taşıdık, daha geniş bir kitleye ulaşabilmek için. Çünkü Sendika’da sadece öğretmen camiasına hitap ediyorduk. Sonradan bunu çeşitli meslek gruplarına hitap eder hale getirmiştik. Her ay birkaç kitap belirleyip onları okuyorduk. Mersin’e gelmemle beraber Mersin’de de öğretmen arkadaşlarla böyle bir okuma grubu oluşturduk. Sonra buna niye öğrencileri de katmayalım diyerek öğrencilerle beraber bir okuma projesi yaptık. Sonra bunu okul dışına, Mersin genelinde başka okullara da taşıdık ve böylece çeşitli okullardan seçilmiş öğrenciler ve edebiyat öğretmenleri ile toplamda 20-30 kişilik bir grupla kitap okumak, onu drama çalışmasıyla ya da söyleşilerle desteklemek çok faydalı oldu, öğrencilere de bizlere de. Şimdilerde Mersin Edebiyat Gönüllüleri grubu olarak yazar katılımlarıyla çevrimiçi ya da yüz yüze ayda bir okuma faaliyetleri yürütüyoruz. Bu sene aynı zamanda gençlerle Yaşar Kemal okumaları gerçekleştirdik. Sekiz okuldan 300 öğrenci katılımı ve Yaşar Kemal Vakfı destekleriyle. Projeyi Yenişehir Kültür Merkezi’nde bir final akşamı ile tamamladık. Çok iyi dönüşler de aldık. Yani uğraş vermek gerekiyor. Günümüzde gençlerin özellikle internetle, ellerindeki cep telefonlarıyla kitapla olan bağları çok zayıflamış durumda. Ama bu türlü çalışmalarla ya da öğretmen yeni çıkan bir kitabı okuduğunda ve sınıfta bahsettiğinde ilgilenebiliyorlar. Tam da konu oraya geldiğinde göçmen, çevre konularında “Zülfü Livaneli’nin Balıkçı ve Oğlu” adlı romanında da bu konu güzel bir şekilde ele alınmıştır.” dediğimde ya da arada bir okuduğum kitaplardan söz ettiğimde bazı öğrencilerin not ettiğini görüyorum. Hatta okulda çıkardığımız bir edebiyat dergisinde mesela geçen sene roman kahramanına mektup yazma etkinliği yaptık. Öğrenciler okudukları kitaptaki roman kahramanına mektup yazdılar ya da video çektiler. Güzel dönüşler alınabiliyor. Ben şöyle düşünüyorum; öğrenciye belki dilbilgisini veremeyebiliriz ya da edebiyat tarihini çok iyi bir derecede belki veremeyebiliriz ama bir romanla, bir hikayeyle ya da bir şiirle en azından edebi bir zevk uyandırabilirsek belki ilerde bu öğrencinin kitap okumak konusunda ya da kitaplarla olan bağı konusunda bir ilerleme sağlayabiliriz.
AA: Teşekkürler. Cem, sen bir şey diyordun az önce, ben kesmiş oldum.
MCÖ: Yücel’in okuma serüveni ile ilgili bir şeyler söyleyecektim ama ben de çok bilmiyormuşum galiba şimdi anlatırken fark ettim😊 Yücel’in dedesi gerçekten çok iyi bir gazete okuruydu. O bölgede pek de örneği yok gibiydi, çok değişik adamdı. Baya uzun yaşadı ve öldüğü güne kadar okudu. Ama o gazete okuruydu sonuçta, kitap okuduğunu hiç görmedim. Onun dışında Yücel’in çevresini düşündüğümde ya da kendi çevremi, çok fazla kitap okuyan öyle örnek olacak kimse yoktu aslında. Yücel, senin önünde örnekler vardı da oradan etkilendin gibi bir durum yok sanki, değil mi? Gazete okuyan dedeyi saymazsak pek de bir örnek yok aslında. Bu anlamda gerçekten sende nasıl başladı okuma süreci, ben de merak ettim.
YÖ: Okulda çok değerli öğretmenlerim oldu, Türkçe ve edebiyat öğretmenleri, ama tamamen onlardan kaynaklandığını söyleyemem. Bir şekilde, hatırlayamadığım bir şekilde ilkokulda, ortaokulda yani belki de kitap bizim dünyamızın en renkli parçasıydı. O zamanlar bilgisayar yok, cep telefonları, tabletler de yok. Aslında düşündüm de şimdi; Milliyet Çocuk, Doğan Kardeş, Türkiye Çocuk, Diyanet Çocuk, yani o çocuk dergilerinin de aslında çok büyük faydası oldu. Ben Milliyet Çocuk falan alıyordum harçlıklarımla. Sanırım onların etkisi oldu diye düşünüyorum. Çevremde okuyanlar vardı ama benim öyle Teksas-Tommiks’e çok ilgim olmadı. Ama özellikle çocuk dergilerini okuyordum. Bir de benim dayımın da evinde çok sayıda kitap vardı. Çocukluğumda da sürekli gidip geldiğim bir yerdi. Demek ki öyle bir kitap farkındalığı oluşturmuş olabilir.
AA: Evde her gün bir kişinin bir şey okuması az buz bir şey değil aslında, çok önemli. Ne olursa olsun. Gazete de okusa çok önemli bir örnek. Hatta belki evde kitap okuyan bir kişiden daha bile önemli bir örnek, çünkü her gün okuyor ve okumayı yaşamının bir parçası olarak gösteriyor evdeki çocuğa.
YÖ: Özellikle ilk planda gazetenin ekiyle başladı okuma alışkanlığı, sonrasında gazeteyi de okumaya başladım. Çok yakın tarihlere kadar da düzenli günlük gazete okuma alışkanlığım vardı. Son dönemlerde özellikle kitap eklerini, perşembe günleri Cumhuriyet Kitap, cuma günleri Radikal Kitap takip etmeye çalışıyorum. Onun dışında çıktığından beri mutlaka her hafta Oksijen gazetesini takip ediyorum. Yazılı basınla olan bağımı bu şekilde devam ettiriyorum. Tabi aynı zamanda internetteki haber sitelerini de takip ediyorum.
MCÖ: Yücel’in yaptığı meslek itibariyle Okur Söyleşileri’ne katılanlardan farklı bir özelliği var aslında, ilgi alanı zaten edebiyat ve okuma. Kesekağıdından başlayan ve bugün iyi bir okuyucu olan Yücel kimliğinle edebiyat öğretmeni Yücel kimliğini birlikte nasıl değerlendirirsin? Birbirlerine etkileri ya da birbirleriyle ayrışmaları bağlamında?
YÖ: Benim edebiyat öğretmenliğini seçmem tamamıyla garantili bir iş olması ile ilgili. Ben Milli Eğitim’in burslu öğrencisiydim, okulu bitirdiğinizde iş aramak gibi bir sorun yok. Zaten mecburi hizmetim var. Fakat şunu görmüştüm; “Ben niye buradayım? Edebiyat bölümüne niye geldim?” Hepimizin vardır, yani bizde meslek seçimleri biraz da tesadüfen oluyor. Yani iyi bir okuyucu olmam beni edebiyat öğretmenliğine itmedi. O zaman belki tarih öğretmenliği de seçebilirdim, bilinçli bir tercih değildi. Okurken de, özellikle ilk yıl okuma konusunda demek ki öyle bir açlık hissetmişim ki bir köşeye o zaman okuduklarımı yazmıştım. Bir de benim Karamürsel’de teyzem öğretmendi, arada sırada giderdim. Kütüphanelerinde de klasikler var. Klasiklerin geri kalan hepsini o dönemde, o gidiş gelişlerde okumuştum. O yıl, yani keşke böyle devam edebilseydim dedim hep yaşamımda, 200’e yakın kitap okumuştum, sekiz ayda. Yurtta da okuyordum. Kredi Yurtlar Kurumunun yurdunda sizi verdikleri altı kişilik odada aslında doğru düzgün arkadaşınız olamıyor, o çevre çok fazla size hitap etmiyor. Edebiyat bölümü de bir Tıp gibi, Hukuk gibi çok yoğun bir bölüm olmadığı için belki okumaya daha fazla vakit buluyordum. Bir de hep deriz ya İstanbul da aslında ikinci bir üniversite diye, onun da böyle bir faydası oldu; sahaflara gitmek, Kadıköy Akmar Pasajı, Beyazıt’taki sahaflar… Tabii bizim zamanımızda sahaflar sahaftı, sonradan üniversite kaynakları, test kitapları satan yerler oldular. Sonrasında da zaten şimdi Mersin’de bile bakıyorum birkaç sahaf aslında can çekişiyor. O zamanlar sürekli harçlığımızı kitaplara yatırmak, hep kitap almak, hatta eve gelirken sürekli böyle valizler kitaplarla dolu gelmek vardı. Ben kitap satın almayı da seviyorum. Onların bir kısmını okuyabiliyoruz, hepsini okumamız belki mümkün değil ama yine de alıyoruz okurum diye. Çünkü bunlara sahip olduğun için her an elinin altında çok rahatlıkla okuyabiliyorsun ama işte tavsiyeler ya da bir başkasından kitap edinmelerle kütüphanedeki bir kısım kitaplar hep sonraya kalıyor. Zaten okuma serüveninde de, mutlaka hepimiz için de geçerlidir, hiçbir zaman “ya işte ben yeterince okudum” diyemeyeceğiz. Hatta bu konuda Dostoyevski “Keşke daha rahat bir vaktim olsaydı, iyi bir roman yazabilirdim.” demiş, o kadar büyük bir yazar😊 Üretim süreci de bence öyle, okuma süreci de böyle, hiçbir zaman okuduklarımızı yeterli görmeyeceğiz, sürekli eksik hissedeceğiz. Bazen öğrencilerime de diyorum, hayatında çok az kitap okumuş olan insan o kitabı belki size tüm detaylarıyla çok rahat anlatır, ama işte okuma sürekli eksikliğimiz, açlığımız. Okudukça aslında ben şunu da okumamışım diyen, o eksikliğin farkına varan okur, ne kadar çok okunacak kitapların olduğu ve ömrünün de bunlara yetmeyeceği konusunda da böyle düşüncelere kapılıyor. Ama tabii ki ömrü yettiğince okuyabildiği kadarıyla okumaya çalışıyor.
AA: Siz de biraz bahsettiniz, çok şey var gerçekten okunacak. Okudukça da hep karşımıza yeni şeyler çıkıyor; işte bu yazarın şu kitabını da okumadım veya işte kitapta sözü geçen başka kitaplar var, onları da okumadım gibi. Gerçekten okumayı seven ve bunu hayatının bir parçası haline getirmiş sizin gibi insanlar için de acı bir gerçek var; her şeyi de okuyamayacağız! Dolayısıyla burada ne okuyacağımızı seçmek gibi bir konuyla karşı karşıya kalıyoruz. Siz nasıl seçiyorsunuz okuyacağınız kitapları?
YÖ: Okuyacağım kitapları, birincisi yine okumalardan; dergilerde, gazetelerde, internette takip ettiğim kişilerin okumalarından ya da arkadaş çevresinde önerilerden, yeni çıkan kitaplardan seçiyorum. Ben mesela kitapçı gezmeyi severim. Öğrenciyken TÜYAP Kitap Fuarı’na her yıl başlangıcından bitimine kadar mutlaka en az üç beş kere gidip kitaplara dokunmak isteyen, kitapların dünyasıyla haşır neşir olmak isteyen biriydim. Değer verdiğim kişilerin okumaları da belki bana bu konuda önderlik etti. Bir yazarla tanıştıktan sonra onun diğer bir kitabına geçiş yaparak da ilerledim. Yazar okumalarını da seviyorum. Genelde böyle seçiyorum. Her kitap okurunu seçermiş aslında. Ben o kitapların da beni seçtiğini ya da bulduğunu düşünüyorum.
AA: E-kitap okuyor musunuz ya da e-kitap konusunda ne düşünüyorsunuz?
YÖ: Bilgisayar ekranı ile zaten yeterince, özellikle pandemide öğrencilerin de söylediği gibi o kadar çok haşır neşir olduk ki, ben e-kitapla açıkçası çok bağ kuramadım. Arkadaşlarımdan var; e-kitap okuyan ve çok da memnun olan “yüklüyorum 20-30 ya da kırk kitabı, alıp herhangi bir yere gidiyorum, kitapları taşımıyorum” diyen arkadaşlarım da oldu, kitaplardan e-kitaba geçen kişiler. Bende henüz öyle bir şey oluşmadı. Yeterince zaten bilgisayar ekranlarına baktığımız için belki de. Bir de demek ki biraz da gelenekçi yanımız ortaya çıkıyor; o kitapların sayfalarına dokunmak, istediğin her yerde kitabı, işte örneğin uzanarak da okumak, ekran karşısında okumaktan daha iyi geliyor. Çok indirdiğim e-kitap oldu ama okuduğum çok sayılıdır, yani bir elin parmakları kadardır belki. Ben kitaplarla olan bağını yitirmeyenlerdenim. Basılı kitap hiçbir zaman önemini yitirmeyecek diye düşünüyorum.
AA: Tabi e-kitap da çok kolaylık sağlıyor. Sizin de dediğiniz gibi bir hafta tatile gidiyorsunuz isterseniz 100 kitap götürün yanınızda. Öbür türlü hadi bir tane seçeriz, bir de ya bitirirsem diye ikinciyi de alırız, üçüncüyü de alırız, onları taşırız😊 Sonuçta öteki büyük bir kolaylık sağlıyor. Biraz tabi gençler de bu tarafa doğru kayıyor ama bizler için evet geleneksel tarafta duruyoruz.
MCÖ: Pegasus’un 15 kilo limiti var, sen tatile gideceksin zaten üç kilosunu kitaba harcıyorsun😂😂 Hatta daha ucuz versiyon var, hiç bagajsız.
AA: Bir de yani yirmi sene tatile gitmişsindir, bir tane kitabı bile bitirememişsindir, ama yine de her seferinde ya bitirirsem diye ikinciyi de alırsın😂😂
YÖ: Hepimizin öğrenciyken memlekete gittiğimizde mutlaka ders kitapları ya da diğer kitapları götürüp sonrasında belki doğru düzgün kapağını açmadan geri döndüğü çok olmuştur😊 Ben okula giderken de, mesela o gün sekiz saat dersim vardır, bir boşluk olur belki okurum diye yanıma mutlaka kitap alırım. Bazen hiç okuyamam, fırsat olmaz çünkü. Bazen de okuruz işte herhangi bir yere gittiğimizde. En azından onun orada varlığı bile bize belki iyi geliyor, güvende hissettiriyor.
AA: Şimdi sormak istediğim soru bizim Cem ile tartışıp bir sonuca varamadığımız bir konu ile ilgili. Bunu genelde konuklarımıza da soruyoruz. Günümüzde özellikle hayatta olan yazarlarla okuyucular arasında ilişki kurmak için birçok olanak var. Sosyal medya var, kitapların promosyonları yapılıyor, toplantılar, söyleşiler oluyor. Biz bir yazarla ilişki içerisinde olabiliyoruz okur olarak ve yazarın nasıl bir insan olduğuna dair kitabı dışında bir fikir edinebiliyoruz. Edindiğimiz bu fikir de her zaman olumlu olmayabiliyor. Bu durumda bir okur olarak sizin duruşunuz nasıl? Ben yazarın kimliğiyle, duruşuyla, nasıl bir insan olduğuyla ilgilenmem, onun kitabına bakarım, yazarla yalnızca kitabı vasıtasıyla ilişki kurarım diye mi düşünürsünüz? Yoksa yazarın kim olduğunu -özellikle yazarın size göre olumsuz birtakım özellikleri olduğu durumunu düşünürsek- okur olarak sizi kitap seçiminde etkiler mi?
YÖ: Şimdi bu konuda Emrah Serbes, “Edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla doludur” diyor. Bu sözü söyleyen kişi, ilginçtir sonrasında bir trafik kazasında iki kişinin ölümüne neden olur. Hatta bu olayı da bir başkasının üzerine yüklemeye çalışır ama sonrasında yanlış yaptığını kabul eder. Dostoyevski mesela kumarbaz olduğu söyleniyor ama biz Dostoyevski kumarbaz diye Kumarbaz’ı okumamazlık edemiyoruz. Ya da edebiyat tarihinde öyle yazarlar var ki, haklarında öyle de şeyler var ki biz onların o yönünü değil de yazmış olduğu kitapları değerlendiriyoruz. Mesela Hasan Ali Toptaş, olayı bu konuya örnektir. Evet biraz eskidi bu konu. Ben hala yazarın “Kuşlar Yasına Gider” gibi birkaç romanını severim. Okur olarak o kişinin yazmış olduğu romanı okurum, severim. Bu konuda bazen öğrencilerime de söylüyorum, çok sevdiğiniz bir yazarı ya da çok sevdiğiniz bir sanatçıyı çok yakından tanımayın diye. Çok yakından tanımak beraberinde insani zaaflarını, kusurlarını da ortaya çıkarıyor. İnsan var çünkü karşınızda. Haliyle insanın olduğu yerde mutlaka o insanın kusurları da var, eksikliği de var, zaafları da var. Bu nedenle ben okur olarak eseri ile ilgileniyorum. Diğer konular da tabi birazcık beni etkiler, biraz bağı zayıflatır, ama ben yine de o yazarın eserlerini okumaya devam ederim.
AA: Çok uzun süredir kitap okuyorsunuz, bir sürü de kitap okumuşsunuz. Özellikle çok beğendiğiniz, bugün eğer yaşayan birisiyse yeni kitabı çıkıyor mu diye takip ettiğiniz, bütün kitaplarını okuduğunuz yani fanı olduğunuz bir yazar ya da yazarlar var mı?
YÖ: Bu aslında zor bir soru. “Ne tavsiye edersin?” gibi. Bir değil fazlasıyla var. Mesela Murathan Mungan’ın kitapları, hikâyeleri, şiirleri, romanları… Bir Şairin Romanı adlı bir romanı vardı, oldukça zor bir romandı.
Bir ara Ferhan Şensoy’un ölümünden sonra bir yazar yazmıştı; Galatasaray Lisesi’nde okurken edebiyat öğretmeni bunlarda biraz istidat görüyor ve diyor ki “Sizin yazıyla olan meşguliyetiniz devam etsin ve benim için sınavda yüz almanız falan önemli değil, Sait Faik okuyun yeter.” Ben de öyle diyorum, mutlaka Sait Faik okunmalı. Onun dışında çok sevdiğim Tahsin Yücel mutlaka okunmalı. İhsan Oktay Anar, olmazsa olmaz. Puslu Kıtalar Atlası, Suskunlar, Efrasiyab’ın Hikâyeleri mutlaka okunmalı. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Sabahattin Ali mutlaka, hep söylerim. Orhan Pamuk’un özellikle son dört kitabı. Daha önce de Sessiz Ev, Cevdet Bey ve Oğulları, Yeni Hayat var ama özellikle son dört kitapta ben Orhan Pamuk’un biraz daha böyle novella tarzında ve dilini de biraz daha biz fanilere göre daha okunur kılarak yazdığını düşünüyorum. Demek ki diyorum, insan belli bir evreye gelince daha yetkin eserler veriyor. Masumiyet Müzesi ile başlayan ve Kafamda Bir Tuhaflık ile devam eden bir dönem. Mesela hep söylerim Mevlüt karakteri belki de yüzyılımızın en önemli roman kahramanları arasında sayılacak.
AA: Çok güzeldi…
YÖ: Evet, çok güzeldi. Ben Mevlüt karakterinin de yüzyılın roman kahramanlarından biri olduğunu hep söylüyorum. Çok çok iyi bir roman kahramanıdır. Sonrasında Kırmızı Saçlı Kadın. Veba Geceleri’ni okuyamadım ama o da şu an sırada olan kitaplardan biri. Yaşar Kemal mutlaka, olmazsa olmazım. Ahmet Hamdi Tanpınar. Tanpınar’ı da mutlaka okunması gereken yazarlardan sayıyorum. Dünya edebiyatında da Saramago, Marquez, Orwell okumaları olmazsa olmaz diyorum. Klasikler mutlaka zaten. Hatta hep söylenir ya, insan yaşamın üç evresinde okumalı; gençlik yılları, orta yaşlar ve yaşlılık. Ben de öyle diyorum. Melville’in geçenlerde Katip Bartleby adlı kısa bir kitabını bir tavsiye üzerine okumuştum. Çok güzel bir öykü. Burada Bartleby “çalışmamayı tercih ederim” diyor. Biraz bizim Bezgin Bekir ya da Gonçarov’un Oblomov’u gibi.
MCÖ: Ayşegül sen Bartleby üzerine bir yazı yazmıştın galiba ya da bahsetmiştin kitaptan.
AA: Yazı yazmadım ama sevdiğim bir kitap, bahsetmişimdir. Kafamda Bir Tuhaflık üzerine yazdığım bir yazı var Pazartesi14’te; Romanda Bir Tuhaflık.
MCÖ: Bu konuda tartışmalarımız oluyor. Orhan Pamuk ile ilgili çok eleştirileri var Ayşegül’ün😊
AA: Orhan Pamuk değil de bu kitabı ile ilgili eleştirim var, okuyucu olarak bana hitap etmedi. Mesela Fuat Sevimay’ın Kafamda Bir Tuhaflık’tan yıllar önce yayınlanmış Aynalı diye bir kitabı var, ancak sahaflarda veya Nadir Kitap’ta bulunuyor. Aynı karakter orada var, o kitapta aynı bozacı karakteri var.
YÖ: Bu arada Cem Abi’nin tavsiyesi üzerine Nihan Kaya’yla tanıştım, beş-altı kitabını okudum O’nun da. Son dönemlerde mesela Yekta Kopan’ın hikayeleri; Bana Kuşlar Söyledi, İki Şiirin Arasında, Aile Çay Bahçesi, tavsiye ederim. Bunun dışında özellikle Barış Bıçakçı’nın öykülerini tavsiye ederim. O kadar çok ki, hangi birini söylesem…
MCÖ: Sen tabii oldukça geniş bir liste verdin ama özellikle hayranı olduğun, bir kitap çıkarsa da okusak dediğin bir yazar ya da yazarlar var mı?
YÖ: İhsan Oktay Anar, Murathan Mungan, kitapları çıkarsa mutlaka okumalıyım dediğim yazarlar. Onun dışında Hakan Günday severim, onun da kitaplarını mutlaka edinmeye çalışırım. Son dönemlerde Kemal Varol’un ve Ahmet Büke’nin kitapları… Okuma okumayı getiriyor aslında. Bazen öğrencilerime de söylüyorum, bazı kitapların zamanı vardır, bazı şiirlerin olduğu gibi. Mesela geçenlerde bir arkadaş, benim çok beğenerek okuduğum bir kitabı yazlıkta okuyamadığını söyledi. Ona da bunu söyledim. Bazı kitapların mevsimi var, mesela o yazın okunacak kitap değil😊
AA: Peki böyle çocukluktan, gençlikten olabilir, sizi çok etkilemiş, hiç unutamam dediğiniz ya da başucu kitabı gibi dönüp dönüp okuduğunuz kitaplar var mı?
YÖ: Lise yıllarında okuduğum Maksim Gorki’nin Ana’sı, ortaokul yıllarında okuduğum Yaşar Kemal’in İnce Memed’i beni çok etkileyen kitaplar. Mesela geçenlerde Puslu Kıtalar Atlası’nı tekrar okudum. İlk planda tabii lise yıllarında toplumcu gerçekçi yazarlar beni daha fazla ilgilendirmiştir. Sonrasında ama daha nitelikli okumalarla beraber farklı farklı okumalar devreye girdi.
AA: Peki yarım bıraktığınız kitap oluyor mu?
YÖ: Yarım bıraktığım, aslında çok çaba sarf ettiğim ama sonrasında ya işte olmuyorsa olmuyor deyip bıraktığım kitaplar oluyor. Mina Urgan’ın bir sözü var: “Hani bir karpuzu kestiniz baktınız ki karpuz iyi değil, o karpuzu yemeye devam edecek misiniz?” diye. Aslında kitaplar konusunda da ne kadar yanlış yaptığımı sonradan fark ettim. Yani beğenmesem ya da dünyasına giremesem onu bir köşeye bırakıp sonradan tekrar okumayı denerim. Örneğin Tutunamayanlar’ı üniversite yıllarında okumaya çalışıp çok böyle yarım bıraktığım oldu. Ama sonrasında 30’lu yaşlarda tekrar okudum ve mutlaka belki birkaç kez de okunmalı diye düşünüyorum şimdi. Mesela Ulysses’i okuyamadım. Şimdi bir köşede duruyor. Bazen oluyor yani. Belki ben kitaba hazır değilim ya da kitap bana hazır değil, öyle olabiliyor.
AA- Siz edebiyat konusunda eğitim almış birisiniz. Yıllardır öğretiyorsunuz. Edebiyat tarihini de biliyorsunuz. Çok da okuyorsunuz. Edebiyat size göre hesaplı kitaplı bir yaratım sürecinin sonucunda ortaya çıkan bir şey midir yoksa işte böyle ilham dediğimiz ya da kafaya üşüşen düşünceler dediğimiz ya da yazarın iç dünyasının dışavurumu dediğimiz birtakım hezeyanların sonucunda ortaya çıkan bir şey midir? Büyük ihtimalle ikisi de oluyordur ama ağırlıklı olarak size göre edebiyat nasıl bir yaratım süreci sonucunda ortaya çıkıyor?
YÖ- Şimdi edebiyat aslında bana göre yavaşlık, dinginlik, yavaşlama halidir. Hani Gülten Akın diyor ya “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya”, yani edebiyat da öyle. İşte ben geçmişte ilhama inanırdım. Demek ki bize bir gün gelecek, efendim, işte biz yazmaya başlayacağız. Sonrasında hiç duraksamadan yazacağız zannederdim. Ama öyle değilmiş. Yani yüzde biri belki bile değil ilham, yüzde doksan dokuzu emek, çalışma, üretim. Bir yazarın, şairin kendini dilinin olanaklarının farkına varıp işte dil üzerinde oynama, yani o dile hakim olma süreci çok önemli. Hatta bu konuda Yahya Kemal’in bir şiirinde tek bir kelime için bir yıl boyunca uğraşması. Yani tek bir kelimeyi bulabilmek için bir yıl boyunca uğraş veriyor. Bence edebiyat da biraz böyle bir şey. Şimdi geçenlerde bir öğrencimle aramda şöyle bir konuşma geçti. Bu arada bizim öğrenciler de zaman zaman kitap çıkarıyorlar. Onlarla konuşurken de diyorum ki, biraz demlensin, tekrar geri dönüp bakın metninize. Belki sonrasında baktığınızda beğenmeyeceksiniz, çoğunu geri atacaksınız. Ama günümüzde bir an önce kitabım çıksın, bir an önce görünür olayım kaygısı var. Hatta şöyle birşey vardı. Şimdi 1000kitap diye bir şey var ya onu da bayağı takip ediyorum. Orada mesela Dostoyevski’nin Yeraltından Notları 8.2 not almışken, Büşra diye son dönemlerde gençlerin takip ettiği bir kişi 8.8 alabiliyor. Yani şunu görüyoruz: Günümüzde yaratım sürecinde bekleme ya da işte daha fazla okuyayım, daha fazla yetkin olayım, bu pek tercih edilmiyor. Bir an önce ürün ortaya koyayım ve bunun üzerinden tanınayım gibi bir dert olunca bence bu edebiyat olmuyor. Bence edebiyat, dediğim gibi yavaşlık, dinginlik, yavaşlama yani edebiyat bu olmalı. Mesela Yusuf Atılgan’ın hepi topu üç kitabı var. Ahmed Arif’in bir şiir kitabı var. Bunlar iyi yazarlar değil midir, iyi şairler değil midir? Belki de bir yazarın tek bir kitabı yani çok çok mükemmel bir kitabı olabiliyor. Yani çok ürün mü vermek ya da az ürün verip nitelikli ürün vermek mi? Bu hep tartışılıyor. Ama ben son tahlilde edebiyatın yavaşlık olduğuna inananlardanım. Belki de bu düşünceden olduğumuz için belki de bu dünyaya doğru düzgün bir ürün veremeden göçüp gideceğiz diye de düşünmüyor değilim yani😊
AA- Neyse, biraz daha vaktimiz var ama yine de acele etmemiz gerekiyor sanki😊
YÖ- Bu arada bir yazar 70 yaşında ürün vermeye başlamış. Bazen onları da okuyup ya işte daha da vaktimiz varmış deyip kendimizi de kandırdığımız olmuyor değil yani.
AA- Ama bir şeyi yapacaksak hemen yapmakta fayda var yarın ne olacağımızı bilmiyoruz. Yani ben de böyle düşünüyorum edebiyatla ilgili gerçekten hani zamanla ilgili bir şey. Yani zamanın olgunlaştırdığı, zamanı kullanan ya da kullanması gereken bir şey. Aynı fikirdeyim ama buna bir istisna olarak onu da bilmiyorum hiç okudunuz mu, önermek istiyorum: Arjantinli bir yazar var, Cesar Aira diye. Hala yaşıyor. Ben onun ilk Flores Geceleri diye bir kitabını okudum. Sonra Türkçe’ye çevrilmiş bütün kitaplarını okudum. Çok kısa kitaplar yazıyor ve kitaplarını işte böyle 2-3 haftalık sürelerde falan yazıyor, geriye dönüp bakmıyor. Yani gözden geçirmiyor. Ben mesela çok önem veririm özellikle öyküde tekrar tekrar okumaya, işte arada bir zaman bırakıp öyküye yabancılaşıp sonra tekrar gözden geçirmeye. Bu hiç gözden geçirmiyor. Fakat gerçekten ben çok etkilendim yani bir denemenizi öneririm.
YÖ- Bir arkadaşım öyle bir kitap yazdı. Psikolojik danışman olan bir arkadaşım var, Ali Rıza Tunur diye. O, “Ben Yaptım Oldu” diye bir kitap yazdı. O da tıpkı dediğiniz gibi editoryal süreçten geçmemiş, kitabı yazmaya başlamış ve bitirene kadar geriye dönmemiş. Böyle bir planlı programlı kitap değil. Güzel mi? Gerçekten güzel.
Yine Kemal Varol’un Aşıklar Bayramı adlı bir kitabı var. Kemal Varol, Diyarbakır’da yaşayan bir yazar. Hatta Aşıklar Bayramı’nın da filmi çekiliyor. Özcan Alper yönetiyor, Settar Tanrıöğen ve Kıvanç Tatlıtuğ oynuyor. Ben kitabı okuduğumda, evet bu kitap filme çevrilmeli diye düşünmüştüm. Bazı yazarlar yaşarken kitabının film uyarlamasına izin vermiyor ama burada Kemal Varol izin vermiş ve filmi çekiliyor.
Ben özellikle bu kitaplardan sonra dedim ki, demek ki bizim yaptığımız doğru değil, yani harekete geçmek gerekiyormuş.
MCÖ- Bu yaş konusuyla ilgili belki daha önce de söylemişimdir Aydın Boysan ilk kitabını 65 yaşındayken yazmış toplamda 35 tane falan kitabı var. Tabi hepimiz O’nun kadar uzun yaşayacak kadar şanslı mıyız bilemeyiz ama yine de bir ölçüdür bence.
AA- Bence de bir şeyi yapabiliyorken yapmak lazım çünkü sonrasında ne olacağını bilemiyoruz.
YÖ- Doğru. Şimdi Murakami hani yazılarını hep koşarken kafasında tasarlıyormuş ya, Yaşar Kemal de aslında mesela İnce Memed’i pirinç tarlasında su bekçiliği yaparken kurguluyor. Biz de kurguluyoruz ama dediğim gibi bir an önce harekete geçmemiz gerekiyor. Aslında iyi yazmak düşüncesiyle yazmayı da erteliyoruz ama bu doğru değil sanırım. Yazmak için iyi olmayı bekleyene kadar yazarak iyi olmak daha doğru gibime geliyor.
AA- Son bir tane sorum var onu da hemen sorayım. Şimdi kitap okuma oranlarının Türkiye’de çok düşük olduğunu biliyoruz yani biz gençler okumuyor diyoruz ama biz genel olarak okuyan bir toplum değiliz. Hem bir öğretmen olarak hem çok okuyan birisi olarak bir çocuğu, bir genci ya da bir yetişkini okumaya teşvik etmek isterseniz ya da okuma ile ilgili olumlu bir şey söylemek isterseniz, ne söylersiniz yani? Neden okusun, ne getirir okumak ona, ne kazandırır?
YÖ- Evet, şimdi şunu söyleyeyim. Bir yazar şöyle diyordu: “Çocuğun erişebileceği her yerde kitaplara değmeli çocuk evde. Ya da anne-babayı okurken görmeli.” Bu görüşe göre örneğin bizde ben de okurum, eşim de okur. Kitaplar da evin her kitap dergi fazlasıyla vardır. Ama öğrencilerim ve kendi çocuklarımı dikkate aldığımda diyorum ki yetişkinden daha fazla akran önemli. Eğer çocuğun çevresinde akran olarak okuyan birisine denk gelirse bu, bir öğretmenden de bir ebeveynden de daha fazla etkili oluyor öğrenciye ya da çocuğa. Yani onun çok büyük faydası var. Hatta kendi çocuklarım da Mersin Devlet Opera ve Balesi’nde çocuk korosuna gidiyorlardı. Orada bir ara çocuk kitapları okumaları yapıp çocuklarla beraber kitapları değerlendiriyorduk. Eğer akranları da okursa onun çok büyük faydası oluyor çocuk o zaman daha iyi okuyor. Kendi aralarında en azından o kitapla ilgili konuşuyorlar, o kitaptan bir başka yazara geçiş yapabiliyorlar. Ben onun çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Yani ebeveyn olarak biz ne kadar söylesek de günümüzde akranlar çok daha belirleyici oluyorlar sanki.
Ancak diğer taraftan içinde bulunduğumuz dönem mobil iletişim ve internet çağı. Bazen bir dizide ya da bir Youtube videosunda eğer bir kitaptan, yazardan ya da şairden bahsedilmişse, o daha fazla ilgisini çekebiliyor. O zaman araştırmaya başlayabiliyor. Yani bu anlamda ben akran diyorum yoksa biz genellikle ne söylesek de çok bir etkisi olmayabiliyor. Ya da belki ileride, üniversite yıllarında, lise yıllarında ya da sonraki hayatında bu söylenenler bir şekilde kafasının bir yerinde bir şekilde ortaya çıkıyor ve okumaya başlıyor. Bu nedenle ben hiçbir zaman, ya işte bu insan okumaz, diyemiyorum. Çünkü bazen üniversite hayatında da kişi kitapların dünyasıyla tanışabiliyor. Öyle bir bağ kuruyor ki, değme okuyuculardan çok çok daha iyi bir okuyucu olabiliyor. Yani hiçbir şey boşuna değil ama tabii son kertede akran çok çok önemli. Onun dışında okullarda okuma grupları ya da işte kitap okumalarla ilgili çeşitli uygulamalar, okuma toplulukları, okuma çemberi gibi çabaların, çalışmaların da değerli olduğuna inanıyorum. Yine de ümidi kesmemek lazım. Oğuz Atay’ın dediği gibi “Ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin acaba?”😊
Yani biz acaba suya mı yazıyoruz dediğimiz şeyler bir şekilde öğrencinin belleğinde ya da çocuğun belleğinde yer alıyor ve ileride bir kıvılcım olabiliyor.
AA- Sizin çocuklar okuyor mu?
YÖ- Evet. Ancak büyük kızım istediğimiz gibi okumuyor. Gerçi şu anda son sınıfta ve üniversiteye hazırlanıyor. Onun dışında ikiz kızlarımız var. Onlar konusunda hala çaba sarf ediyoruz. Ümidi kesmedik😊
Dediğim gibi bazen evde okuyan ebeveynlerin olmasıyla da olmuyor. Demek ki insan kendi çevresini aydınlatamayabiliyor. Demek ki onların da başka bir kişiye ihtiyaçları var. Mutlaka bir arkadaş aracılığıyla falan daha iyi okuma alışkanlıkları edineceklerdir diye düşünüyorum. Bazı öğrencilerim var, hayran olunacak derecede okuyorlar. İyi okuyan, edebiyat dünyasında -biraz da benim çabamla- haşır neşir olan çocuklar da çıkıyor.
Aslında bizim çocukluğumuzda yapacak bir şey yoktu, sıkılıyorduk. O biraz da yaratım sürecini de tetikliyordu, okumayı da tetikliyordu. Ama şimdi günümüz çocuklarının elinde birçok olanak var. Internet, mobil telefon, sosyal medya derken okumak çok cazip gelmiyor.
Bizim ikizlerden birisi bazen sıkıldım diyor. Ben de “kızım, aslında sıkılmak iyi bir şey, seni yeni şeyler bulmaya yöneltir” diyorum. Bu anlamda belki bizim çocukluğumuzda yapacak çok fazla şeyin olmaması vs. nedenlerle sıkılmamızın bize faydalı olduğunu düşünüyorum.
AA- Benim sorularım bu kadar. Çok teşekkür ederim. Cem, senin var mı?
CÖ- Benim de yok Ayşegül, oldukça uzun konuştuk zaten😊
AA- Yücel Bey, sizin eklemek istediğiniz birşeyler var mı?
YÖ- İyi ki kitaplar var hayatımızda, iyi ki okuyoruz. Ben kitaplar sayesinde sinemayla, kültür sanatla, tiyatroyla, o kadar çok konuyla tanıştım ki. Kitaplar insanın ufkunu açıyor. Bu nedenle iyi okuyucu olmayı önemsiyorum. Diyelim ki şimdi bile iki saat edebiyat bizi buluşturdu. Cem abi ile bizim çok büyük bir geçmişimiz var ama örneğin sizinle daha yeni tanışmamıza karşın kitaplar sayesinde sanki çok önceden tanışıyormuşçasına bir his oluşturabiliyoruz. Ben isterim ki her insanın dünyasında kitaplar olsun. Okuma serüveni hep sürsün. İyi bir okuyucu olabilsin. Yani Adorno “Birlikte olunan bir ortamda düzeyi, ortamın en düşük kişisinin düzeyi belirler.” diyor ya, bizler de öyleyiz.
Facebook’ta benim de kurucusu olduğum “Okuyorum” diye bir grup var. Üç bin kadar üyeye sahip. Orada herkes okudukları yazılar, kitaplar hakkındaki paylaşımlar yaparak diğer insanların okumasına katkı yapmış oluyor. Bu tip faaliyetlerin önemli olduğunu düşünüyorum. Bir de hani hep anlatılır ya, Deniz Yıldızı hikâyesinde olduğu gibi. “Bunlardan milyonlarca var, hepsini kurtarabilecek misin?” diyor. Kıyıdaki insan da hiç istifini bozmadan bir tane daha deniz yıldız alıyor ve denize atıyor, “bunun için değişti” diyor. Bunun gibi hepimiz aslında kendi çevremizde arkadaşlarımız için ya da çevremiz için bir kişi de olsa üç kişi de beş kişi de olsa bir şeyleri değiştirebilirsek ne mutlu bize. Bu nedenle sizlerin çabalarınız da takdire değer. Yani birileri için değişiyorsa önemli bir şey yapılıyor, demektir. Ben de size yapmış olduğunuz çalışmalardan dolayı teşekkür ediyorum, sağ olun var olun diyorum.
AA- Ben de söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
Leave a Reply