Yeşil Mavi

M. Cem Özmen, Okur-Yazar

İnsanın İkilemi Nedir?

“Duygular, lüks değildirler; varoluş mücadelesi sırasında uzatılan karmaşık bir yardım elidirler.” Antonio R. Damasio

Bu soruya çeşitli açılardan verilebilecek çok yanıt olduğunu biliyoruz. Ancak bu konudaki en kapsamlı yanıtlardan birisini Amerikalı psikolog ve terapist Rollo May veriyor. May, “Kafese Konan Adam”* kitabında bu soruyu tartışıyor. Ben de bu kitap üzerinden yola çıkarak insanın ikilemi ve bu ikilemin yarattığı sonuçlarla ilgili sorulara beraberce yanıt arayalım istedim.

Rollo May’e göre insanın ikilemi, insanın aynı anda hem özne hem de nesne olarak deneyimleme yeteneğinden kaynaklanan bir durumdur. Bu bizi bilince götürür. Bilinç her iki durum arasında gidip gelen bir salınım sürecidir. Bu salınım süreci sonucunda insan, ikisi arasında seçim yapabilir; ağırlığını bazen o tarafa bazen bu tarafa verebilir. Gerçek anlamda insanın özgürlüğü, “salt özne” olarak yaşama yetisinde değil, her iki hali de deneyimleme, yani diyalektik ilişki içinde yaşama yetisinde yatar.

Bilinç ve onunla ilişkili değer, özgürlük, sorumluluk gibi kavramlara girmeden önce güncel bir sorun olan belirsizlik ve onun insanlar üzerinde yarattığı kaygılar (anksiyete) üzerinde duralım.

Kimliksiz dünyada kişisel kimlik ve anksiyete

Fransız felsefeci Gabriel Marcel, modern insanın en tipik özelliğinin, ontoloji duygusunu bastırmak, kendi varoluşunun farkındalığından kaçmak olduğunu söyler.

Gerçekten de -her zaman böyle miydi bilmiyoruz ama- içinde yaşadığımız dünyada belirsizliklerin çoğaldığı, referansların kaybolmaya yüz tuttuğu bir dönemden geçiyoruz. Bunların hepimiz üzerinde çok çeşitli etkileri oluyor. Bunlardan bir tanesi de anksiyete.

Anksiyete nedir? Anksiyete en genel olarak kaygı bozukluğu olarak tanımlanır. Ancak yaşanan kaygıların ne kadarının “normal” kaygı, ne kadarının “bozukluk” olarak adlandırılacağı bir tartışma konusudur. Rollo May, bunun için yangın örneğini verir. Örneğin odada birisi “yangın var” diye bağırınca insan birden dikkat kesilir, kalbi hızlı hızlı çarpar, kasların daha etkin çalışması için tansiyonu yükselir, alevin yerini daha iyi saptamak ve bir çıkış yolu bulmak için duyular keskinleşir. Bu normal bir endişe olarak görülür.

Buna karşın böyle bir yangın durumunda insan kapıya doğru yönelince kapıyı kapalı görürse ve başka da çıkış yolu yoksa -çıkmazda kalma durumu- duygusal durumu anında farklılaşır. Kaslar kasılmaya başlar, duyular körelir, algılar zayıflar. Yön bulunmaz olur. Kabus gördüğünü sanma hissi oluşur ve panik ortaya çıkar. Bu da nevrotik anksiyete olarak adlandırılır.

Birinci durumdaki duygu yapıcıdır ve insanı tehdit eden duruma karşı hazırlık yapmasını sağlar. İkincisi yani nevrotik anksiyete ise yıkıcıdır. Bilinci daralan, farkındalığı engelleyen ve uzadığı zaman kişisellikten çıkaran ve apatiye (duyarsızlık, kayıtsızlık) yol açan bir durumdur. O anda öznellik ile nesnellik arasındaki ayrımın bulanıklaşması yüzünden kişi, anksiyete halindeyken hareket edemez hale gelir. Anksiyete, kişinin dünyasını yitirmesidir ve “öz benlik” ile “dünya”, her zaman karşılıklı ilişki içinde olduğundan bu, aynı anda kişinin dünyasını yitirmesi ve kendi benliğini de yitirmesi anlamına gelir.

Özetlemek gerekirse normal anksiyete, tehditle orantılı bir kaygıdır, işin içine baskılama girmez ve bilinçli seviyede yapıcı olarak yüzleşilebilir. Hedef durum değişirse anksiyete de ortadan kalkar. Buna karşın nevrotik ansiyetede ise tehditle orantısız bir tepki vardır. Baskılama ve diğer düşünsel çatışmalar söz konusudur. Ve faaliyet ya da farkındalığın önünü kapatma yoluyla yönetilir.

Kierkegaard, “Anksiyeteyi tanımayı öğrenmek, anksiyeteyi tanıyamadığı veya altında ezildiği için ruhunun mahvolmasını istemeyen herkesin yaşaması gereken bir şeydir. Bundan dolayıdır ki, düzgün bir şekilde anksiyeteyi yaşamayı öğrenmiş kişi, en önemli şeyi öğrenmiş demektir.” der.

(Bu noktada nevrotik anksiyetenin tedavi süreciyle ilgili Rollo May’in çok ilginç bir saptaması var: May, genelde sağlığın, nevroz dediğimiz şey tedavi edildiğinde ortada kalan boşluk haline geldiği şeklinde bir algının oluşabildiğini iddia ediyor. Sağlığa yönelik bu boş bakış açısı ile günümüzde tutkusuzluk, duygusal ve tinsel boşluk gibi eğilimler arasında bir bağ olduğunu ileri sürüyor. Bu noktadan bakıldığında hastaların iyileşme yönünde neden sıklıkla isteksizlik gösterdiğini anlayabileceğimizi söylüyor. Zira hastaların bir kısmının da nevrozu sağlıktan daha ilginç bulduklarını, sağlık durumunu sonu apatiye varan bir boşluk ve sıkıcı/rahat bir yol olarak gördüklerini belirtiyor. Bu, çok ilginç bir gözlem. Ancak benim de çevremde sağlığı yerindeyken genellikle mutsuz/depresif olan ama sağlık dahil herhangi bir sorunla karşılaştığında onunla uğraşırken kendini daha iyi hisseden arkadaşlarımın olduğunu söylemeliyim.)

Anksiyete, genel olarak kişinin varoluşu ile özdeşleştirdiği değerler tehdit altında olduğunda yaşanır. Bu durum, yangın örneğindeki gibi fiziksel yaşamla ilgili tehditler olabileceği gibi kişinin kendisiyle özdeşleştirdiği sosyal, duygusal ve ahlaki değerler tehdit edildiğinde de yaşanabilir. Bu noktada özellikle genç kuşağın anksiyetesinin en önemli nedenlerinden birisinin, kendilerini dünya ile ilişkilendirebilecekleri geçerli değerlere sahip olamamalarının olduğu söylenebilir.

Anksiyete ve değer kavramı

Kişinin bu tür bir anksiyete ile başa çıkması ve bu durumun nevrotik bir anksiyeteye dönüşmemesi için kendi değerlerini geliştirebilmesi ve onlar üzerinden kendisini var edebilmesi gerekir.

Burada sözünü ettiğimiz değerlerin gücü ve önemi belirleyici durumdadır. Kişinin değerleri, o değerlere gelen tehditten ne kadar güçlüyse kişi, anksiyeteyi o ölçüde güçlü karşılar.

Buna göre anksiyete, kişi kendisiyle durum arasında bağ kurarsa, kendi değerlerini oluşturursa ve attığı adımlara bağlı kalıp bir yaşam tarzına bağlılığını ortaya koyarsa yapıcı olarak kullanılabilir. Bu noktada Aristoteles’in dediği gibi: “Yaşama değil, iyi yaşama değer verilmelidir.

Anksiyete, kişinin varoluşunu özdeşleştirdiği değerlere yönelen tehdide karşı bir tepki olduğu için hiç kimse anksiyeteden kaçamaz çünkü hiçbir değer saldırılamaz değildir. Ancak bu normal bir anksiyetedir. Öte yandan değerler sürekli dönüşür ve biçim değiştirirler. Değer dönüşümünün yaşandığı bu çağda anksiyeteden kaçmanın bir yolu olarak kişiler değerlerini doğmalara tahvil ederler ve onlar üzerinden yaşamı algılamaya başlarlar. Örneğin bugün yalan olduğu son derece açık olan birçok haberin milyonlarca kişi tarafından doğru olarak kabul edilmesi ya da siyasette en güvenilmez kişiliklerin lider olarak seçilmesi vb. gibi olaylarla sıkça karşılaşabiliyoruz. İster dinler üzerinden ister başka yöntemlerle olsun doğmalar, kişinin yeni bilgileri ve güncel gelişmelerden kaynaklanan durumları anlama fırsatını kaçırmalarına neden olur. May, özellikle değerlere verdikleri zararlar ve referans kaybına yol açmaları nedeniyle doğmaların nevrotik anksiyeteye yol açtıklarını iddia ediyor.

Öte yandan değerlerin dönüşmesi ve bunun getirdiği anksiyeteyle yüzleşmek, yaratıcılığın bir yönünü oluşturur. İnsan, içsel olarak değerlerini oluşturur ve bu değer oluşturma eyleminin ta kendisinde yaşadığı dünyayı şekillendirip kendini ortama, ortamı da kendisine bağlar.

Değerler ne kadar sağlam ve esnekse anksiyete ile o kadar iyi yüzleşilir. Bunun için özellikle değerlerin olgunlaşması önemlidir. Olgun değerler, sadece o anki durumla ilgili olmayıp onu aşan ve geçmiş ile geleceği de kapsayan değerlerdir. Olgun değerler, kişinin ait olduğu grupların (aile, akraba, ulus, ırk, din, mezhep, siyasi görüş vs.) da ötesine geçer ve dışa doğru, bütün toplumun iyiliğine doğru uzanır. Ve sonuçta bir bütün olarak tüm insanlığı kapsar. İnsanın değerleri ne kadar olgunsa değerlerinin birebir tatmin edilmesi, onun için o kadar önemsiz hale gelir. Asıl tatmin ve güvence, bu değerlere sahip çıkmaktan geçer. Gerçek bir bilim insanı, dindar bir kişi veya sanatçının duyduğu gurur ve güven, kendisini hakikat ve güzellik arayışına adadığını bilmesinden kaynaklanır, ona ulaşmaktan değil.

Bilinç, özgürlük ve sorumluluk

Yukarıda bilinç kavramına yönelik kısa bir giriş yapmıştık. Bilinç, insanın o andaki durumu aşma, soyutlama, dil ve simgelerle evrensel bir iletişim kurma yetisidir. Bu yetiler temelinde bir şekilde kendisiyle, çevresindekilerle ve dünyayla kurduğu ilişkide (hayvanlar ve cansız doğaya kıyasla) daha büyük olasılıkları araştırma ve gerçekleştirme yetisidir. Bu bakımdan insan özgürlüğünün ontolojik (varlıktan gelen) bir temeli vardır denebilir.

Rollo May, insanı biricik kılan en önemli özelliğin bir dünyaya sahip olan ve onunla ilişki içinde olan biri olarak kendisinin farkında olma yetisi  olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla zihin ve kişilik kavramı, insanı niteleyen bambaşka bir sosyal-tarihsel gelişime işaret eder. İnsan, tarihin ayak seslerini körlemesine izleyen ve yalnızca tarihin bir ürünü olarak değerlendirilebilecek bir varlık değildir. İnsan, tarihe dair bir öz-farkındalık yetisine sahiptir. İşte burada zihin ve kişiliği tanımlarken aynı zamanda özgürlükten söz ettiğimizi görüyoruz. Hegel, bunu çok güçlü bir cümle ile ifade ediyor: “Dünya tarihi, özgürlük bilincinin ilerlemesinden başka bir şey değildir.

Burada bir örnek vermek gerekirse, genç bir İngiliz subayı olan Christopher Burney, II. Dünya Savaşında Almanlar tarafından esir alınır. On sekiz ay boyunca bir hücrede tek başına hapis tutulur; yanında ne bir kitap ne kalem ne de kağıt vardır. Burney, hücresinde her gün kafasından lise ve üniversitede okuduğu dersleri tek tek geçirir. Geometri teoremlerini hatırlar, Spinoza ve diğer felsefecileri düşünür. Okuduğu edebiyat kitaplarının konularını aklından geçirir vb. “Hapiste Bir Başına” adlı kitabında “zihin özgürlüğü” dediği bu durumun onu on sekiz ay boyunca nasıl hayatta tuttuğunu ve kurtulmasını mümkün kıldığını anlatır.

Yine Alman kamplarından gelen Dr. Bruno Bettelheim da benzer bir deneyim yaşadığını söyler ve devam eder: “Her türlü olanaksızlığa rağmen hayatta kalmak için ne kadar küçük olduğuna bakmaksızın bir eylem ve düşünce özgürlüğü alanı açmanın şart olduğunu öğrendim. Birey, en korkunç koşullar altında bile hayatta kalmak için bilme ve eyleme hakkı olduğunu bilip ona tutunmalı ve “özgürlük bilincini” korumalıdır.”

Bugün de özellikle siyasi görüşleri nedeniyle cezaevlerinde bulunan çok sayıda kişinin kitap/öykü/şiir yazarak, resim/müzik yaparak vd. birçok yöntemle ayakta kalmaya çalıştığını ve kendilerini özgür tutma konusunda ne kadar çaba içerisinde olduğunu görebiliyoruz.

Özgürlüğün sınırları

Özgürlüğün sınırları nedir? Bir insanın özgürlüğü, en temel olarak bedeniyle, hastalığıyla, bir gün öleceği gerçeğiyle, zekasının sınırlarıyla, toplumsal kontrollerle vb. sınırlıdır. Dr. Bettelheim, toplama kampının insanlık dışı koşullarını değiştiremezdi belki ama bu insanlık dışı eyleme dayanan kişinin kendisi olduğu bilincine varabildi. Bu nedenle de yaşadığı onca olayın üstesinden gelebildi. Koşullar ne olursa, hatta ne kadar barbarca olursa olsun sınırlarla bilinçli bir şekilde yüzleşmek, bir özgürlük eylemidir. Ve bu eylem, bir ölçüye kadar kişinin elini ayağını bağlayan zincirlerden kurtulmasını ve ayakta kalmasını sağlar.

Özgür olmak demek anksiyeteyle yüzleşmek ve onu taşımak demektir. Bu anlamda anksiyeteden kaçmak, kişinin özgürlüğünden otomatik olarak vazgeçmesi anlamına gelir. Tarih boyunca demagoglar ve özellikle siyasetçiler, insanları özgürlüklerinden vazgeçmeye zorlama yöntemi olarak anksiyeteden kurtarma yöntemini kullandılar. Sonuçta, anksiyeteden kurtulma umuduyla insanlar gerçek köleliği kabul ettiler.

Özgür insan, onu etkileyen sosyal grubun veya ulusun kararlarının bir parçası olma hakkı olduğunun bilincinde olan insandır. Bu bilinci, bu kararları vererek veya itirazı varsa daha iyi bir karar çıkması adına itirazını belli ederek hayata geçirir. Özgür insan, hem tarihteki hem de çevresindeki kendisinden farklı fikirlere sahip insanların ortaya koyduğu rasyonel görüşlere saygı duyar. Özgür insan sorumluluk duyar; içinde bulunduğu grubun uzun vadedeki iyiliği için düşünüp harekete etme yeteneğine sahiptir. Değerli ve onurlu bir birey olarak kendisine saygı duyar. Bu onurun bir kaynağı da kendisinin özgür bir insan olduğunu bilmesidir. Temel prensipler çoğunluk tarafından tehlikeye atıldığı durumlarda bile onların karşısında duran azınlıktan birisi olmayı kabul eder.

Sosyal değerler ile bireysel özgürlükler arasında diyalektik bir ilişki vardır ve biri olmadan diğerine sahip olunamaz. Uygar insan toplumlarında sanıldığının aksine mutlak saf sosyal değer diye bir şey yoktur. Değerler, toplumun gelenekleriyle gelir ve kişilere aktarılır. Ve o toplumda bir miktar değerlendirme ve itiraz etme özgürlüğüne sahip bireyler tarafından sürekli olarak eleştirilmeye, doğrulanmaya, geliştirilmeye ve yeniden şekillendirilmeye tabi tutulur. Birey, kendi grubuyla etkileşim içine girdikçe bu değerler sürekli yeni bilinç seviyelerinde ortaya çıkar. Bireyin özgürlüğü ve sosyal değerler arasındaki bu diyalektik ilişki, hem bireyin öznel bilincinde hem de nesnel davranışlarında kurulur ve zaman içinde toplumu değiştirir.

Sorgulama ve “Hayır” deme özgürlüğü

Sorgulama yapabilmek, kişinin kendi kimliğini deneyimlemesinin başlangıç adımıdır. Sorgulamanın işlevi, kişinin benliğini dünyadan ayırması, benliğin nesneler dünyasında bir özne olarak algılanmasını mümkün kılmasıdır. Kişiye bir kontrol nesnesi olarak davranılır ve temel sorgulamalar yasaklanırsa, benliğin dünya ile ilişkide olan bir özne olarak deneyimlenmesi imkansız hale gelir. Bu ortamda da insan, özne ya da vatandaş kavramından bahsetmek mümkün olamaz.

Kişinin kimlik deneyimine öz ve güç kazandıran şey, “hayır” deme özgürlüğüdür. Zira kişinin ne hissettiği ve düşündüğünün önemli olduğunu kanıtlayan da budur. Ayrıca bu itiraz etme ve başkaldırı, içinde yer alma edimlerinin potansiyel olarak yapıcı deneyimler olmasını mümkün kılar.

İtiraz etme ve otoriteye karşı çıkma unsuru, insan bilincinin yapısal bir parçasıdır yani bilinci oluşturan en temel unsurlardan birisidir. Yüzyıllar boyu insan deneyiminin en özlü biçimlerinin repertuvarı olmuş klasik mitlerde de bu tür örneklerle karşılaşılmaktadır. Örneğin Prometheus miti, barındırdığı değerler dahil kültürün ta kendisinin, tanrılara karşı çıkarılan bir isyanla doğduğu şeklindeki kadim bir inancı temsil eder.

Yine Yaratılış (Genesis) yazarlarının sunduğu şekliyle Adem-Havva mitine bakacak olursak insan bilincinin doğuşunu gösteren bu klasik mitin, Tanrı’ya başkaldırı miti olması tesadüf değildir. Adem ile Havva, Cennet Bahçesi’nde naif, insan-öncesi bir mutluluk yaşarken utanç ve çatışma olmayan bir ortamda bulunmaktadırlar. Ve yaşamının ilk yıllarındaki bir bebek gibi onların da ahlaki ya da bireysel bilinçleri yoktur. Sonra Adem ile Havva yukarıda bahsettiğimiz kendini gerçekleştirme süreçlerinden geçerler ve otoriteyi sorgulayarak, ahlaki bilinç deneyimi yaşarlar. Tanrı’ya isyanlarının bedeli ise utanç, suçluluk, endişe, çatışmanın yanı sıra nimetlerle dolu Cennet Bahçesi’nden kovulmak olur.

Bu kişiler Cennet Bahçesi’ne veda ederken ne kazandılar? Kişi olarak kendilerini ayrıştırmayı, kimliklerin başlangıçlarını, tutkuya ve insan yaratıcılığına dair bir ihtimal kazandılar. Ayrıca bebekliğin sorumsuz ve bilinçsiz bağımlılıklarının yerini, artık seçerek sevme, diğer insanlarla kendi istedikleri için bağ kurma ve dolayısıyla sorumluluk alma olasılığı aldı. Bu da gerçekten de insan bilincinin ortaya çıkışını simgelemektedir.

Bu kitapta bir eylem olarak değer edinmenin önemine vurgu yapılmaktadır. Bu da kapalı değil, açık bir sisteme işaret eder. Kişi kendini bağlı hissetmedikçe değer diye bir şey yoktur. Bu da değer üretmeyi bir eylem olarak vurgulamaktadır. Değer oluşturma eylemi, bilinç ve davranışın birbiriyle bütünleştiği yerdir. Rollo May, kişinin kiliseden, terapistten, okuldan, silahlı kuvvetlerden veya başka bir gruptan, ezbere dayalı değerler (daha doğrusu “adetler”, “standartlar”) edinebileceğini ancak değer oluşturma eyleminin, alışkanlık ve adetlerle veya otomatik durumlarla değil, bireyin kendi içinde duyduğu bir bağlılıkla ilgili olduğunun altını çizer. Bu da bilinçli seçimler ve sorumluluk anlamına gelir. Bu hedef, yani bilincin derinleştirilmesi ve genişlemesi, kapalı değil, açık bir hedeftir ve açık topluma nüfuz ederek onu şekillendirir.

Son olarak ben de şunu söyleyerek bitirmek istiyorum: Doğduğumuzdan beri bizlere anne-baba, aile, akraba, toplum, okul, devlet, din, televizyonlar, gazeteler, kitaplar vd. tarafından çok sayıda yalan ve yanlış şeyler öğretildi. Şu anda içimizde, aklımızda, beynimizde, kalbimizde, davranışlarımızda, sözlerimizde bunlar bulunuyor. Eğer bir nebze olsun hayatı anlamak, bir düzeyde huzur ve mutluluk bulmak, özellikle kendi ruh sağlığımızı, kişiliğimizi, onurumuzu korumak istiyorsak sanırım ilk yapmamız gereken iş, bu yalan ve yanlışların neler olduğunun farkına varıp bir an önce bunlardan kurtulmak veya -eğer mümkünse- düzeltmek olmalı. Yoksa balta girmemiş bu hayat ormanında yolumuzu bulmamız ve akıl-ruh sağlığımızı korumamız zor görünüyor😊

*Kafese Konan Adam, Rollo May, Okuyanus Yayınları, 2018

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply