Yeşil Mavi

M. Cem Özmen, Okur-Yazar

Sihirli Çocuk

Ne olacak bu memleketin hali? 😊

Bu kadim sorunun cevabını bulmak için daha uzun süre konuşacağız gibi görünüyor. Konuşurken de bol bol işin coğrafyasına, kültürüne, siyasetine, sosyolojisine, ekonomisine girmeye devam edeceğiz galiba. Özellikle pazar günleri video bekleyip sonra bütün hafta boyunca o videonun etkilerinin tartışıldığı şu günlerde zaman zaman bu konulardan sıkıldığımızın da farkındayım. Onun için ben biraz olayın farklı tarafından bakmayı deneyeceğim. Bizim dışımızda her şey kötü de acaba biz her bakımdan yeterince güçlü ve sağlıklı mıyız? Yoksa bizde de birtakım problemler olabilir mi? Özellikle yetiştirilme tarzımızdan kaynaklanan ve bebekliğimizden, çocukluğumuzdan getirdiğimiz birtakım sıkıntılar yaşıyor olabilir miyiz?

Örneğin bazı işler, hareketler, davranışlar, düşünceler, eylemler var ki gerçekten bunların yapılabiliyor olmasını sadece ekonomi, siyaset vb. dışsal etkenlerle açıklamak da çok mümkün olmuyor sanki. Çok iç karartıcı şeyler söylemek istemiyorum ama bu son dönem tartışmalarında da bolca yer buluyor kendine. Örneğin kiralık katillik diye bir “iş” var bu dünyada. Birilerine para veriyorsunuz ve başka birisini (çoğunlukla tanımadığı birisini) öldürmesini istiyorsunuz. O kişi de bunu yapıyor. Bu bir insan. Herkes gibi. Ona kızsak da hakaret de etsek, “o bir insan değil, cani, hayvan vs.” deyip aklımıza gelen her şeyi söylesek de o bir insan. Hepimiz gibi.

Veya bir anne bebeğini kaybettiğinde o konuyla ilgili yaklaşımını belirlemek için -farkında olarak ya da olmayarak- annenin kim olduğuna (İsrailli mi Filistinli mi, Alevi mi Sunni mi, Türk mü Kürt mü, bizim partiden mi öbür taraftan mı vs.) bakan ve ona göre o olaya üzülen ya da üzülmeyen (sevinen demek istemedim!) insanlar olabiliyor. Anneyi de bebeği de hiç tanımadığı halde. Ve bu davranışta bulunan kişiyle konuştuğumuzda çoğunlukla o kişinin kendisini iyi, vicdanlı, dürüst, adaletli, şefkatli vs. birisi olarak tanımladığını görüyoruz. Hatta bu kişilerin genellikle kendi çocukları, eşleri, sevgilileri, anne-babaları da var ve bir sürü insanı da seviyorlar. Yani insansal bir sürü özellikleri, duyguları falan var. Bu özel olaydaki yaklaşımını bilmesek gayet düzgün, iyi bir insan olarak tanımlayacağız. Bu insanlar hayatımızın içindeler. Her gün bir sürü şekilde iletişimde bulunuyoruz. Peki bu bir çelişki değil mi? Başka birisi bu şekilde davrandığında çok eleştiren insanların kendileri neden aynı şekilde davranıyorlar?

Başka bir sürü örnek üzerinde daha konuşabiliriz. Ama amacım insanlara olan inancımızı, güvenimizi sarsmak değil. Tam aksine bizde, herkeste ve özellikle “olmaz” dediğimiz bu davranışları sergileyen insanların tamamında bu davranışlarının altında yatabilecek nedenleri anlamaya çalışmak. Acaba bu kadar kötücül davranışların nedenleri nelerdir? Sadece dışsal nedenler mi var ortada yoksa daha içsel, daha derinde birtakım sorunlar, sıkıntılar nedeniyle mi bu şekilde davranışlar olabiliyor? Amacım da bunlara ve benzeri sorulara yönelik biraz düşünmek ve bulabildiğimiz birtakım yanıtlar varsa onları paylaşarak -eğer olabiliyorsa- hep birlikte iyileşmemize katkı sağlamak.

Bu tarz sorulara yanıt arayanlardan bir tanesi de Joseph Chilton Pearce. İnsan gelişimi ve çocuk gelişimi konularında çalışmaları olan bir yazar. Bugün onun en bilinen kitaplarından birisi olan “Sihirli Çocuk”*tan bahsedeceğim.

Pearce, bu kitabında öncelikle çocuk zihni ve insan zekası gibi kavramları tartışıyor. Özellikle zekanın gelişimine dair biyolojik bir planın varlığından bahsediyor ve bunun görmezden gelinen, zarar verilen hatta bazı durumlarda yok edilen bir genetik kodlama olduğunu belirtiyor. O’na göre zihin-beyin, hayret verici yeteneklere sahiptir ama onun gelişimi, bebeğin ve çocuğun gerçek dünyaya dair yansız bilgiler içeren bir dağarcık oluşturabilmesine bağlıdır. Çocuğa kaygılarla ve korkularla biçimlenen bir dünya manzarası sunduğumuzda (ki bu manzara, istemeden de olsa bizim de kafamıza yerleştirilmiştir) böylesi bir bilgi dağarcığı oluşturmasını engelleriz. Pearce’a göre çocukluk dönemi dediğimiz bir savaş alanıdır; biyolojik planın çocuğu içeriden yönlendiren niyetleri, dışarıdan uyguladığımız baskıya neden olan, kaygı ve korkularla biçimlenmiş amaçlarımız ile orada karşı karşıya gelir.

Buna göre Pearce, zekanın aslında bir etkileşim yetisi olduğunu ve ancak yeni olgularla etkileşimde bulunarak, yani bilinenden ayrılıp bilinmeyene yönelerek geliştirilebildiğini iddia ediyor. Bu ilk bakışta çok bariz bir gerçeklik gibi görünmesine karşın aslında bir çelişkiyi de içerisinde barındırır. Pearce, bilinenden bilinmeyene yönelmenin gelişimin bir yandan anahtarı olmakla birlikte diğer yandan da önündeki en büyük engel olduğunu ileri sürer ve şu iddialarda bulunur:

“Zihinsel gelişimi sakatlayan en önemli etmen, bu yönelişteki dengeyi koruyamamaktır. Sahip olduğumuz kaygılar yüzünden çocukları, dünyanın olgularıyla daimi olarak (ve beş duyunun beşini de faal tutacak biçimde) etkileşimde bulunmaktan alıkoyarız ama bir yandan da onları biyolojik gelişim düzeyleriyle ters düşen olgularla temas kurmaya zorlarız. Diğer bir deyişle ya çocuğun bilinmeyene yönelmesini engeller ve zihinsel gelişimini sekteye uğratırız ya da onu içinde bulunduğu gelişim aşamasına uygun olmayan deneyimlerin içine atarız.”

Pearce, insan gelişiminde matris kavramının önemine işaret eder ve matris geçişlerinin somuttan soyuta doğru olduğunu belirtir. Buna göre insan gelişimi rahim, anne, dünya ve bedenin somut aleminden düşüncenin zihinsel alemine doğru bir yol izler ve bu döngü, tüm kültürlerde aşağı yukarı aynı olan bir zaman çizelgesiyle işler.

Buradaki çok temel kavramlardan birisi olan zeka ile ilgili çok çeşitli tanımlamalar yapılmıştır. Yazar, zekayı en genelde matrisle etkileşim kurma becerisi olarak tanımlar. Buna karşın etkileşim ise dinamik bir enerji değişimidir. Pearce; zeka, iletişim ve etkileşim ile ilgili olarak şunları söylüyor:

“Doğanın tasarımı odur ki matrisle etkileşime girerek kendi enerjimizi ve olasılıklarımızı onunkilerle değiş tokuş ederiz, bu da güvenli ortamımızı kendiliğinden genişletir. İnsan, ana rahmine düştüğü anda mikroskobik bir canlıdır ama büyümesi için güvenli bir yer, kocaman rahim dünyasının sonsuz olasılıkları ve annenin büyük enerjisi verildiği zaman o küçük organizma, şaşırtıcı bir hızda gelişir. Onun enerjisi ve yaşamı, matrisin enerjisi ve yaşamıyla birlikte (bazen de yer değiştirerek) akar ve böylece gelişip güçlenir.”

Zihnin gelişmesiyle biyolojik plan arasında doğrudan bir ilişki vardır. Buna göre Pearce, biyolojik planın bebeğe sunduğu duyu-motor nitelikli araçların (fiziksel beceriler) yaşamın ilk sekiz ile on ayı içerisinde ulaşılması gereken kritik bir amaca hizmet ettiğini ileri sürer. Bu da, anneye dair bilgilerin anne matrisi olarak yapılandırılmasıdır. Bu başarıldığı zaman doğa, bebeğe yavaşça anneden uzaklaşmak ve çevresindeki dünyayı araştırıp keşfetmek için gereken fiziksel ve zihinsel araçları kazandırmaya koyulur. Anne, bebeğin herhangi bir anda geri çekilip korunacağı ve besleneceği güvenli bölge olma özelliğini ne kadar sarsılmaz bir şekilde taşırsa bebek de araştırma ve keşfetme sürecini o kadar eksiksiz ve başarılı biçimde tamamlar. Bebek, ancak anne matrisinin kendisini terk etmeyeceğini bildiği zaman güçlü ve kendinden emin biçimde çocukluğa ilerleyebilir.

Buna ek olarak Pearce şu saptamaları yapıyor:

“Biyolojik plan, canlılara yalnızca bir niyet olarak işlenebildiği için uygulanması sırasında pek çok sorun çıkabilmektedir, bu nedenle doğa da akla gelebilecek her türlü koruma önlemini biyolojik plana dahil etmiştir. Ama planın başarısı, söz konusu niyete uygun içeriğin çocuğa ne ölçüde sunulabildiğine bağlı kalır. Uygun içerikten kastımız, çocuğun gelişim aşamalarıyla uyum sağlayan içeriktir. Doğanın niyeti, uygun içerikle değil de kaygı dolu, panik halindeki ebeveyn ve kültürün maksatları ile eşleştirilmeye çalışıldığı zaman yolundan sapar.”

Zihin ve zeka gelişiminde en temel etkenlerden birisinin etkileşim kurma becerisinin gelişmesi olduğunu belirtmiştik. Bu da yalnızca bebeğin yeni olgularla etkileşime girmesi ile olanaklıdır. Pearce bunu şu şekilde açıklar:

“Zihnin ve zekanın gelişimi, bilinenden henüz bilinmeyene geçmekle, öngörülebilir olandan öngörülemeyene ilerlemekle söz konusu olur. Örneğin hastane ve bakım odası gibi kapalı yerlerdeki çocuklar zihinsel gelişim gösteremezler. Hiçbir değişimin gerçekleşmediği, zihni uyaracak hiçbir yeni öğenin bulunmadığı, günler ve geceler boyunca gri bir tavanın ya da bebek yatağının korkuluklarının izlendiği, hepsinden önemlisi bir bakıcıyla (anneyle veya bakımı üstlenen bir başkasıyla) duygusal temasın kurulamadığı ve bu yüzden tanıdık bir matrisin oluşturulamadığı bir ortamda, zihinsel gerileme de kaçınılmaz olacaktır. Bebeğin ve çocuğun bilinmeyene ilerleyebilmesi için gerektiğinde kaçıp sığınabileceği güvenli bir matrise gereksinimi vardır ve çocuk ne kadar küçükse matrisine de o kadar sık sığınma ihtiyacı hissedecektir.”

Zeka ile ilgili en önemli iddialardan birisi de zekayla stres arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu, bir başka ifadeyle stresin zeka üzerinde geliştirici bir etkisinin olduğudur. Ancak çocukta güvenli bir bağlanma gerçekleşmediğinde stresin zeka üzerinde bu kez olumsuz bir etkiye sahip olduğunu görüyoruz. Bununla ilgili olarak Pearce şu açıklamayı yapar:

“Zihinsel gelişim, bilinmeyen-öngörülemeyene (strese) doğru ilerlemek ve onu bilinene-öngörülene katıp asimile etmek yani gevşeme haline geçmektir. Bilinmeyenin asimile edilmesi (assimilation) veya ona uyum sağlanması (accomodation) her seferinde bilinenin kapsamını genişletir. Buna paralel olarak her asimilasyon veya uyum ile birlikte daha kapsamlı bir adaptasyon söz konusu olur ve daha çok bilinmeyene ilerlenir.”

Pearce’a göre anne, bebeğin ilk matrisi ve olasılık kaynağıdır. Bebek, annenin sağladığı güç bölgesinde özerklik kazanır ve ondan ayrılarak bağımsızlığını elde eder. Eğer bu matris eksiksiz biçimde yapılanmazsa, yani bebeğe ihtiyaç duyduğu güven ve güç sağlanamazsa, zihin ve zeka da gelişecek ortamı bulamayacaktır. Sağlam bir matrisi olmayan gelişim halindeki zihnin, tüm enerjisini ve dikkatini o matrisi sağlamlaştırmaya odaklamaktan başka seçeneği yoktur. Basacak sağlam bir zemini olmadığında da mevcut matris enerjisini kullanarak olasılıkları araştırmak ve niyeti içerikle buluşturmak olanaksızlaşacaktır. Bu durumda bilinmeyen-öngörülemeyenin yarattığı stres, süreğen bir tehdit haline gelir. Sonunda da yaşamlarımızı bu tehditten kaçmaya çalışarak geçiririz.

Bağ kurma

Pearce, insanlar için en temel gereksinimlerden birisi olarak bağ kurmanın altını çizer. Buna göre bağ kurma, psikolojik-biyolojik bir haldir; tüm biyolojik sisteme bütünlük veren ve onu koordine eden, dolayısıyla da hayatı taşıyan bir irtibattır. Pearce, bağ kurmanın mantıklı düşüncenin temelini teşkil eden asal bilişi şekillendirdiğini belirtir ve şunları ekler:

“Biz bağ kurduğumuzun bilincinde olmayız ama bağ kurmadığımızda (veya yalnızca zorlantılar ve nesneler ile kurduğumuzda) ortaya çıkan akut hastalığın farkına varırız. Bağ kurmamış kişi, bağ kurma sürecinin kendiliğinden sağlayacağı hayati öğeyi (yani matrisi) aramakla geçirecektir ömrünü. Zihin ve zeka asla tasarlandığı gibi gelişmeyecektir, çünkü asal gereksinimini hiç karşılayamayacaktır. Tüm zihinsel faaliyet, ne kadar gelişmiş olursa olsun o matrisi aramaya yöneltilecektir.”

Bağ kurmanın nasıl gerçekleştiğine yönelik olarak ise şu belirlemeleri yapar:

“Bebek sürekli olarak anneyi keşfetmektedir. Emzirme sırasında annesiyle doğrudan göz teması kurar. Aynı anda hem bakıp hem süt emmez aslında, çünkü bu erken aşamalarda herhangi bir duyu-motor eylem beyni tümüyle meşgul eder. Ama süt emmediği sırada biraz başka yerlere bakıp sonra bakışlarını bilinene çevirerek duyusal organizasyonunun temel örüntülerini pekiştirir. Daha ilk andan beri anne yüzü kavramına sahip olmanın önemi, çocuğun tüm kavramsal sistemini bu biliş üzerine inşa etmesindedir.”

Pearce, daha büyük çocuğun terk edilme korkusunun psikanalistlerin iddia ettiğinin aksine basitçe besin kaynağını kaybetme korkusu olmadığını belirtir ve ekler:

“Çünkü terkedilme korkusu, besin almak veya stresten kurtulmak için anneye duyulan ihtiyacın ötesinde, kaosa kapılma ve kavram yapılandıramama tehlikesinden türer. Anne, bebeğin dünyayla etkileşime girmekte yararlandığı kavramsal kanaldır; yatıştırıcıdır, anlamın temelidir. Çocuğun zihni-beyni, anneyi merkez örüntü haline getirir ve tüm bilgiyi onun çevresinde yapılandırır. Yeni deneyimlere uyum sağlamayı sürdürebilmesi için de bu temel yapıyı sürekli pekiştirmesi gereklidir.”

Çocuğun gelişiminde anne ve babanın fonksiyonlarının belli açılardan farklı olduğunu düşünen Pearce, anneden dünyaya geçiş sürecinde iki ebeveynin de rol oynadığını ancak babanın ikame matris olmadığını, buna karşın doğanın anneyi matris yapan bir tasarı hazırladığını iddia eder.

“Baba, iki yaş civarında anneden dünyaya geçişte, yedi yaş civarlarında ise toplum yaşamına katılma sürecinde hayati rol oynar. Baba çocuğu matrisle kurulmuş bir nevi ortakyaşarlık ilişkisinden alır ve daha büyük matrislere yöneltir. Ama her yeni matris, bir önceki matrisi de kapsar. Bebeğin anneyle ilişkisinin dışına çekilmesi, güneşin önce toprağın nemini çekmesi sonra da yaşam veren yağmura dönüşüp yeniden yağmasına olanak tanıması gibidir. Anne ve baba, çocuğun stres-gevşeme kutuplarıdır. Baba bilinmezliğe çekilmektir, anne ise bilinendir, mihenk taşıdır. Denge ve uyum içinde olduklarında büyüme ve gelişme için en uygun zemini oluştururlar.”

Çocuğun gelişiminde engel olabilecek en önemli konulardan birisi de anne-baba için oldukça önemli olan değer ve yarar gibi kavramların, çocuklar açısından fazla bir anlam ifade etmemesidir. Pearce, konuyla ilgili olarak şu görüşleri ileri sürüyor:

“Yetişkin yaşamı bunlara dayandığı için çocuğun söz konusu ilgisizliği ebeveynler açısından kaygı verici olabilir. Ama çocuğun dünyayı olduğu gibi tanıyabilmesi ve bu doğrultuda bilgi yapılandırabilmesi için değer ve yarar gibi konulardan bağımsız olması gereklidir, çünkü dünyanın yalın halinde değer ve yarar gibi kavramlar yoktur. Biyolojik plan bir gün gerçekçi ve pratik “değer” taşıyan bir dünya bilgisi gerektirecektir ama söz konusu bilginin bu nitelikleri kazanabilmesinin tek yolu, önce yalın dünya üzerine kurulmasıdır.”

Buna karşın Pearce, çocuğun değere dair önyargılar geliştirmemesi için deneyimleri hakkında kendine özgü sevme-sevmeme görüşleri oluşturmasına izin verilmesi gerektiğini savunur. Buna göre bir deneyimin iyi mi kötü mü olduğuna çocuğun kendisi karar verebilmelidir. Çocuğun karar verme seçeneği olmalıdır ve verdiği kararlara saygı gösterilmelidir. Aksi takdirde zeka ve zihin gelişimi aksayacaktır.

Kaygı ve öfke

Yine çocuğun gelişim süreci üzerinde en fazla olumsuz etkiye sahip kavramlardan birisi de kaygıdır. Pearce’a göre kaygı zihnin düşmanıdır ve biyolojik planı her zaman engeller. Kaygı oluştuğu zaman zihin yalnızca kaygıyı giderme yolları bulmaya odaklanır. Böylece insan yaşamını iyi bilen ve ayakta kalabilen, erken olgunlaşmış bir birey yetişir ama biyolojik plan yarım kalır.

Bebeklerin ağlaması konusu da en çok üzerinde tartışılan alanlardan birisi olmuştur. Konuyla ilgili araştırmacıların (örneğin Bruno Bettleheim) ifade ettiğine göre ağladığı zaman çevreden bir yanıt alabilen bebekler hiçbir zaman çaresiz hissetmezler. Otizm araştırmaları ise otizmli çocuğun bebekliğinde hiç ağlamadığını veya hızla ağlamamayı öğrendiğine dikkat çekiyor. Ağlama, bir tehlike veya zorluk halinde yapılan bir yardım çağrısı gibi görünüyor ama yalnızca diğer tüm çağrılar ve işaretler karşılıksız kaldığı zaman başlıyor. Eğer son çare olarak başvurulan bu iletişim biçimi de ebeveynden/bakımı üstlenen kişiden herhangi bir karşılık alamıyorsa, bebek bu dünya üzerinde herhangi bir gücü olmadığını öğreniyor ve apati (ilgisizlik ve duyarsızlık) başlıyor.

Buna karşın Marshall Klaus, anneyle doğru biçimde bağ kuran bebeğin asla ağlamayacağını öne sürmüştür. Ona göre ağlamak anormaldir, doğal olanın dışındadır ve iletişim kurmayı amaçlamayan bir ifadedir; acil durumlarda ve sorunlar karşısında başvurulan bir yardım çağırma mekanizmasıdır yalnızca.

Yine konuyla ilgili olarak Zaslow ve Berger, otizme yönelik çalışmalarında bağ kurmak için gerekli dört etmene dikkat çekmiştir: 1. Bebeği anne vücuduyla yakın temas halinde kalacak biçimde (eğer olanaklıysa göğse veya kollara yatırarak) tutmak, 2. Uzun süreli ve kesintisiz göz teması, 3. Gülümseme ve 4. Yatıştırıcı sesler. Bir bebeğin meme emme sürecinde bunların tümü aynı anda karşılanabilmektedir.

Öte yandan çocuk bazı durumlarda öfkelenebilir. Pearce, bunun nedeninin çocuğun niyetini izlemekten alıkonması olduğunu düşünür. O’na göre niyetin mantığı yoktur, yalnızca dürtüsü vardır. O sırada, dürtü doğrultusunda hareket edememekten ötürü düş kırıklığına uğrayan çocuk (unutulmamalıdır ki çocuk için “an”dan başka zaman kavramı yoktur) karşısına çıkan engeli alt etmek ister. Öfke yüzünden giderilemeyen bir stres yaşamaya başlar.

Bu noktada çok kritik bir noktanın altının çizilmesi gerekir. Böyle bir öfke durumunda çocuk, öfkesinin bakım veren kişiyle bağını asla yıpratmayacağından emin olmalıdır. Pearce, bu durumu şu şekilde ifade eder:

“Ebeveynlerin güvenlik sağlama yükümlülüğü veya ailenin düzen ve esenliğini koruma gerekliliği, çocuğun keşif dürtüsüyle çatışır da düş kırıklığı öfkeye dönüşürse çocuk aralarındaki bağı tehdit etmeden de öfkesini ifade edebileceğini bilmelidir. Çocuk, annesine kızdığı zamanlarda onun ortadan kaybolmayacağını keşfetmelidir. Çocuğun öfkesi bildiği en büyük güçtür. Ondan daha büyüğü yalnızca annenin kendi öfkesidir. Öfkenin yıkıcılığının bile bağı koparamayacağını veya zayıflatmayacağını öğrenmelidir.”

Aynı şekilde çocuğun ana gereksinimi, çocuk olmaktır. Yetişkin düşüncesini dayatmak (çocuğun anlayacağı dille sunulsa bile) bir çeşit “prematüre” özerklik yaratır. Büyüyen sistemi emeklemeden önce yürüyecek şekilde kandırmayı bir biçimde başarabiliriz. Ama bu sistem, harika çocuk yaratmak için yanıp tutuşan ebeveynlerde düş kırıklığı yaratacak ve arzu edilen sonuca ulaşmaktan uzak olacaktır.

Çocuğun kaygı ve korkuları oluştuğunda ebeveynlerin onları ortadan kaldırmak için yok saymak yerine çocuğun bulunduğu noktaya gelip oradan bakabilmeyi bilmeleri gerekir. Örneğin dört yaşındaki bir çocuk karanlıkta yatağının altında ayı olduğunu düşünüp korkarak ağlıyorsa, ebeveynlerin bu ifadeyi kabul etmesi gerekir. Böyle bir durumda anne, sorunun kalbine iner. Burada ayı, aslında bir odaktır. Onun için anne hemen yapmak için tasarlandığı şeyi yapmaya koyulur yani matris işlevi görür. Kendi gücünü çocuğuna ödünç verir. Çocuğuna yarattığı gerçekliğe girecek kuvveti sağlar ve o gerçekliğe çocuğuyla birlikte kendisi de dahil olur. Birlikte o ayıyı kovarlar. Belki çocuğuna sarılıp ayının üzerine yürür ve onu kaçırır. Belki de onu köşeye sıkıştırıp teslim olmasını sağlar. Hatta belki de çocuğuyla birlikte ayıyla arkadaş olurlar ve onu sonraki geceler için bir koruyucu yaparlar.

Pearce, bu noktada annenin çocuğun yalancı olduğunu, gerçekte ayı olmadığını, aslında algılama mekanizmasında problem yaşadığını göstermek amacıyla ışığı yakma yolunu tutmadığının altını çizer. Ve ekler:

“Anne, burada çocuğun dünyasını yetişkinlerin fikir sistemini kullanarak ezmemiştir. Çocuğuyla, çocuğun olduğu yerde ve çocuğun gereksinim duyduğu sırada buluşmuş, soruna dair ipuçlarını çocuktan almış ve durumun gerektirdikleri doğrultusunda hareket etmiştir. Gerçekliğin yaratılması sürecini durdurmak yerine onu dönüştürmüştür. Kişisel güç, güçsüzlüğe ve bilinmezlikten duyulan korkuya üstün gelmiştir.”

Pearce’a göre mantık öncesi dönemdeki çocuğun yetişkinlerin soyut fikirlerini anlamasını ve bunlar doğrultusunda davranmasını beklemek doğru değildir. Bu durum, gelişim aşamasına uygun olmayan bir mantığı ona dayatmakla kalmaz ayrıca bir tür psikolojik terk edilmişliğe de yol açar. O’na göre ebeveynler, çocuğun bulunduğu yerde (bulunabileceği tek yerde) buluşmaktan ziyade bir tür semantik akılcılığa kayarlar ki burası çocuğun etkileşim kurabileceği bir yer değildir. Zaten bu yolu tutmak, içinde bulundukları durum göz önüne alınınca anlamsız da kaçar. Çocuğu geçici olarak dinginleştirseler bile aslında korkularıyla baş başa bırakmış olutlar. Bu nedenle de öğrenme de gerçekleşmez.

Genel olarak çocuk dünyadan çok etkilenir ve analitik olur. Dünyayı parçalarına ayırıp onu neyin işlettiğini görmeyi ister. Bunun için önüne konan telefonları, saatleri, dikiş makinesini ve eline geçirebileceği diğer her şeyi kurcalar, içini açar, parçalarını söker. Aslında bu da bir öğrenmedir, bu yüzden ebeveynlerin çocuğa üzerinde işlem yapabileceği şeyler sunmaları gerekir. Yalnızca eğitsel oyuncaklardan değil gerçek yetişkin dünyasının öğe ve nesnelerinden de yararlanmasına olanak sağlamalılar. Çocuğun bu uğraşları kapsamında kendi kendine denemeler yapmasına izin vermeleri ve yalnızca çocuk istediğinde yardım etmeleri gerekir. Bir nesneyi veya aygıtı parçalarına ayırdığında ve yeniden monte edemediğinde sabır gösterilmelidir. Çünkü çocuk çoğu zaman bunu başaramayacaktır zaten. Bu yaşlarda mantığın henüz ters çevrilemediğini, çocuğun parçaları birbirinden ayırmaya dair bir dürtüsü olsa bile tekrar onları doğru bir sıralamayla bir araya getiremeyeceğini bilmeleri gerekir.

Çocuklar tüm günü bir şeyler yaparak geçirirler çünkü ancak böyle yaparak düşünebilirler. Kendilerini bedensel faaliyetlerinden ayırıp onları gözlemleyebilecek düzeye henüz gelmemişlerdir. Ebeveynler ancak sonraki aşamalara uygun olabilecek bir zihinsel faaliyeti dayatmak uğruna beden faaliyetlerini kısıtlamamalıdırlar. Çünkü bilinmelidir ki beden faaliyetlerinin kısıtlanması, zihinsel kısıtlanmayla aynıdır.

Pearce, burada çocuğun sağlıklı bağ kurmasının öneminin altını bir kez daha çizer ve bu bağın kurulamamasının özellikle erkek çocuklar üzerindeki etkileri açısından şu ciddi saptamaları yapar:

“Bağ kurma gerekliliği, biyolojik açıdan kritik bir önem taşır çünkü yetersiz bağ kurmanın sonucu, sapmış ve doğallıktan uzaklaşmış bir biyolojik organizmadır. Doğanın itici gücü, bağ kurmanın başarısız olması halinde yönlendirilmemiş, kontrolsüz bir güce dönüşür; enerjisine bir düzen, anlam ve amaç verecek bir yörüngeden yoksun kalmış bir elektrona benzer. Erkeğin, daha en başta dişiden temin etmesi gereken bir şey vardır. Bunu temin edemediğinde mekanizmaları tüm dengeyi yitirir. Bağ kurmamış kız çocuk, ileride nevroz belirtileri gösterebilir ve kendi çocuğuyla tam anlamıyla bağ kurmayı/bağlanmayı başaramayabilir. Ama bağ kurmamış erkek düpedüz aklını kaybeder. Anne matrisinden yoksun kaldığı için diğer matrisleri de oluşmaz ve tüm dengesini yitirerek hem kendi hem de yaşamı üstündeki kontrolü büyük oranda kaybeder. Yaşamının geri kalanını anne matrisine dönmeye ve eksik olanı ondan almaya çalışmakla geçirecektir. Eksik olan ise kişisel güç kaynağı, olasılıkları ve güven içinde olacağı yeridir. Bunların eksikliğinde gücünü tecavüz etmeye harcar. Ya bir vahşi gibi tecavüz eder ya da bunu daha sofistike bir biçimde yapar; teknolojiyi kullanarak, bedenen veya zihnen dünya matrisine tecavüz eder. Hatta kişinin bu matris tecavüzlerinde ne kadar başarılı olduğuna bakarak zeka ölçen kültürel bir sistem kuracak kadar da küstahlaşır. Kendi kendine tecavüz etmeye dair bir dürtüsü olmayan dişi de, elbette böyle bir ölçütler düzeninde hep arka plana kalacaktır.”

Sonuç yerine

Özetlemek gerekirse bir çocuğun yetiştirilmesi süreciyle ilgili en önemli konu, çocukla bağ kurmaktır. İpuçlarını çocuktan alıp uygun karşılık vermek demek, kendi içimizde birincil işlemeye kulak verip dikkate almak demektir. Eğer öğrenmeye açıksak, çocuktan pek çok şey öğrenebiliriz. Çocuk ipuçlarını bizden aldığı için bu, bizimle birlikte onun da öğrenmesini sağlar.

Konuyla ilgili olarak Pearce, şu noktaların altını da özelikle çiziyor:

“Doğru bir bağ kurmak için izlenecek bazı adımlar zaten bellidir. Çocuğu kucakta tutmak ve göğüse yatırmak, göz teması kurmak, gülümsemek, yatıştırıcı sesler çıkarmak, hepimizin kullanabileceği yöntemlerdir. Bağ kurmaya engel teşkil edebilecek her şeyden kaçınmak gereklidir. Anne ve bebeği doğumdan önce sersemleten, doğumdan sonra da ayıran hastanelerden, anneyle teması asgariye indiren biberonlardan, çevreyle teması asgariye indiren beşiklerden, bebeğe bakmamamız için açılmış gündüz bakımevlerinden, zihinsel besini eksik bırakacak türden etkinlik yaptıran yuvalar ve anaokullarından uzak durulmalıdır. Bunlar, terk duygusu yaratır ve bağı zayıflatır. Hiç kuşkusuz ebeveynler, televizyonun zararlı yönlerine de dikkat etmelidir. Sihirli (sağlıklı) çocuğu büyütmenin tam zamanlı bir iş olduğu hep akılda tutulmalıdır.

Her konuda olduğu gibi bu konularda da en doğru davranış şeklinin ne olduğunu bilemeyebiliriz. Ancak birbirinden farklı da olsa konuyla ilgilenen kişilerin yorum ve önerilerini almak ve onlar üzerinde ciddiyetle durup değerlendirerek çeşitli sonuçlara varmak en doğru yaklaşım olacaktır diye düşünüyorum. Pearce’ın bu kitabının ve görüşlerinin de bu çerçevede okunup değerlendirilmesinde yarar var bence.


* Joseph Chilton Pearce, Sihirli Çocuk, Görünmez Adam Yayınları, 2020, Çeviri: Yiğit Ataman

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply