Yeşil Mavi

Gökhan Akkaynak, Seçici Geçirgen

Baş Belası Korkumuz: Yalnızlık

Geçirdiğim anksiyete ataklarından sonraki üç sene kendimi, benliğimi, kişilik yapımı, geçmişimi ve zihnimde yıllardır getirerek bıraktığım bazı çarpıtılmış düşünceleri fark edip, bunlar üzerine çalışmakla geçti. Bu niye benim başıma geldi sorusuyla başlayan ve hala da devam eden bu hayatımın en anlamlı yolculuğunda sadece anksiyete, panik atak değil, aynı zamanda obsesif kompulsif bozukluk, majör depresyon ve hatta bipolar bozukluktan şikâyet eden onlarca insanla konuşma ve onların iç dünyalarını anlama şansına eriştim. 

Hikayeleri, inançları, sosyo-ekonomik durumları, dilleri farklı olsa da birçok hikâyede (kendimin de dahil) insan zihnine ızdırap veren en büyük korkunun yalnızlık korkusunu olduğunu fark ettim.  Psikanalizde kullanılan meşhur tekniklerden biri What If (Olursa ne olur) tekniğidir. Böylelikle olumsuz duygu durumunu yaratan ana düşünceye ulaşılıp oradaki düşünce üzerinde danışanla çalışılır. Üç yıl önce yoğun anksiyete ataklarının yarattığı fiziksel semptomlardan (uykusuzluk, kusma, bacak ve ellerde uyuşma, boğulacak hissi, baş dönmesi vs.) şikâyetçi olan bir danışanın terapi seansında uygulanan what if tekniği sonuçları şöyledir:

Hissedilen duygu: Korku

Düşünce: Aklımı kaçıracağım

X: Aklını kaçırırsan ne olur?

Y: Beni bir hastaneye kapatırlar.

X: Seni bir hastaneye kapatırlarsa ne olur?

Y: Artık çalışamam ve ailemi dostlarımı göremem.

X: Ailen ve dostlarını şu an da her gün görmeden yaşıyorsun. Onları görmesen ne olur?

Y: Yalnız kalırım. (Kök düşünce)

Bu örnekte de görüleceği üzere danışanın yaşadığı yoğun anksiyete ataklarına neden olan nevrotik bozukluğunun altındaki bir neden, danışanın yalnız kalma korkusu ve hatta yalnız kalmanın zihninde kötü bir şey olarak kodlandığı otomatik düşüncedir. İşin benim için enteresan olan tarafı ise yıllar içinde bana iç dünyalarını açma ayrıcalığını gösteren birçok farklı sosyo-kültürel, demografik ve inanç sisteminden gelen, duygu durum bozukluğunun yarattığı fiziksel ve zihinsel belirtilerden acılar çeken insanların çoğunda yaşadığı sıkıntının temel nedeninde bu yalnızlık korkusu olduğunu hayretle gözlemlemem oldu. Bazıları bu korkuyu atak anında öfke nöbetleriyle, bazıları durumdan bağımsız gelen ağlama krizleriyle (“crying spells”), bazıları da kendisini günlük yaşamı kaplayan depresif bir yaşam tarzıyla dışa vuruyordu. Kimisi bu duygu durum bozukluğunun yarattığı rahatsızlığı daha fazla yiyerek, kimisi daha fazla alkol alarak, kimisi esrar içerek, kimisi de sürekli uyuyarak ve hemen hemen hiçbir şey yapmadan ızdıraplarını hafifletmeye çalışıyordu.

Peki bahsedilen tüm bu sıkıntıların nedenlerinden biri olan yalnızlık düşüncesi gerçekten de düşündüğümüz kadar korkutucu mudur? Yalnızlık olarak tanımladığımız şey nedir? Yalnızlık bizi bu kadar rahatsız eden bir korkuysa buna neden olan şey nedir?

Bu soruları yıllar içinde yukarıda bahsettiğim insanların travmalarını, acılarını ve yaşadığı sorunların kök nedenlerinden biri olan yalnızlık korkusuyla karşılaştığımda kendime sürekli sordum. Bu farklı gruplardan gelen insanların yaşadıkları duygu durum bozukluğunun bir nedeni olarak ortaya çıkan yalnız kalma düşüncesi neden ortaya çıkıyordu? Bu sorunun yanıtları zihnimi kurcalarken, bunlarla ilgili kitaplar yayınlar okurken bir şey dikkatimi çekmeye başladı: Her ne kadar farklı sosyo-kültürel, yaş, inanç sistemlerinden gelseler de bu insanların bazı karakteristik ortak özellikleri vardı. Bu insanlar son derece zeki, kibar, iş ve özel yaşamlarında titiz, analitik düşünme biçimleri çok güçlü ve mükemmeliyetçi kişilik özelliğine sahip insanlardı. Bu insanlar herhangi bir konu hakkındaki duygularını oluştururken bilmeden yaptıkları varsayım, tüm insanların da mükemmel birer varlık olduğuna dair yaptıkları bir ön kabuldü. Onlara göre etkileşim içine girdikleri insanları kendilerine göre “yanlış”, “hatalı” ve “kötü” olarak tanımlamakta (ki bu da bir çarpıtılmış otomatik düşüncedir) insanların davranışlarında bir mantık ve neden-sonuç ilişkisi aramakta, bunu bulamadıklarında ise hayal kırıklığı, öfke ve üzüntü yaşamaktaydılar. İşte kazmanın vurulması gereken ilk önerme buydu; yani tüm insanların da kendilerini algıladıkları gibi mükemmel oldukları, bir mantıksal düzen içinde davrandıkları ve yaşadıkları önermesiydi.*

(…)

X: Peki o neden bana ……… davranıyor? Bunun beni üzeceğini bilmiyor mu?

G: Neden onun bunu fark etmesini bekliyorsun?

X: Çünkü o çok zeki ve eğitimli biri, bu davranışının beni üzdüğünü fark edecek kapasitede birisi.

G: Türkiye’de son rakamlara göre dört milyon üniversite öğrencisi var ve bu sayı hızla artıyor. Sence bir kişinin diploma sahibi olması onu daha az hata yapan biri olmasını mı sağlar? 

X: Hayır tabi ki ama o üstelik çok zeki biri.

G: Zekayı nasıl tanımlıyorsun ve bunu nasıl ölçüyorsun? Dünyanın bugün geldiği noktada yaşanan birçok sorun olduğuna göre, bu dünyayı hep aptal insanlar mı yönetti sence?

(…)

Bizi kötü hissettiren düşüncelerimizin önemli nedenlerinden birisi, insanların istediğimiz şekilde mükemmel davranışlar yapmasını ve bizim düşündüğümüz şekilde mükemmel davranmalarını beklemektir. Bu en büyük yanılgılardan biridir çünkü insan yapısı itibarıyla zavallı bir varlıktır ve hatalar yapmak onun doğasında vardır. Üstelik bizim “hata”, “yanlış”, “günah” vs. gibi etiketlediğimiz tüm eylemler ve davranışlar ancak bu davranışın bir inanç ve kural sistemine göre mizan edilmesiyle algılanır. Örneğin İslam’da alkol almak günah iken Hristiyanlık’da bu günah değildir. Ben kız arkadaşımı aldatırsam bu toplumun genel ahlak anlayışına göre hata ve ayıptır ancak benim değer ve düşünce yapım poligamik ilişkileri onaylıyorsa benim yaptığım eylem bana göre hata değildir, kişisel tatmin duygumun birçok bedende masum bir şekilde arayışımdır. Öte yandan insan denen varlık, kompleks bir psikolojik ve fizyolojik sisteme sahiptir ve bu sistemlerin her zaman sizin beklediğiniz sonuçları her koşulda aynen üretmesini beklemek bana göre büyük bir hayalciliktir. 

Şöyle bir örnek üzerinde düşünelim. Çok yaşlı bir insan uzun süre bir hastalıktan muzdarip olmuş ve ölmüştür. Bu insanın cenaze töreninde çocukları, tanıdıkları bulunur. Çocuklarından biri anne veya babasının ölümüne üzülürken aynı zamanda ruhunun derinliklerinde onun ölmesine sevinebilir de. Onu kaybettiği düşüncesi üzüntü verirken, belki artık ona harcadığı paraların ona kalacak olmasından, belki kalan mirastan, belki artık uzun süre acı çekmeyeceğinden dolayı içinde sevinç isteği duyar. Bunu duyduğunda bazı insanlar bu hislerinden ötürü utanç duyar halbuki burada yaşanan yine kompleks bir varlık olan insanın aynı durum karsısındaki yaşadığı iki ayrı duygudur ve bunda utanacak bir şey yoktur. İnsanı, mükemmel olduğu kalıptan alıp, alelade bir varlık düzeyine indirdiğimizde rahatlamalarımız başlayacaktır. 

Peki nedir bu yalnızlık? Türk Dil Kurumu’na göre yalnızlık “yanında başkaları bulunmayan” anlamında bir sıfattır. Aynı kelimenin ruhbilimine göre anlamı ise toplumsal ilişkilerden yoksun olan veya yoksun bırakılan kişidir. Bizim genellikle yalnızlık kavramını kullanırken tanımladığımız görsel fotoğraf kareleri de bu tanımlara yakındır. Genelde insanların birçoğu yalnızlığı tanımlarken, aklına doyumlu bir ilişki gelir ya da bir ilişkisi olmadığı durumu yalnızlık olarak algılar. Bir grup ise yalnızlığı arkadaşsız kalmak, bir evin içerisinde veya bir mekânda tek başına oturmak gibi onlara göre oldukça korkutucu bir fotoğraf karesini beyinlerinde oluşturarak algılamaktadır. Gerçekten de sosyal bir varlık olan insan, birçok ihtiyacının (ki onay ihtiyacı da buna dahildir ve bağımlılığı bence uyuşturucudan bile daha zarar vericidir) tatmini için sosyal ağlara ihtiyaç duyar. Kendinizi merkezde olarak düşündüğünüz ve bunun etrafında içten dışa doğru giden ve gittikçe zayıflayan halkaları sizin sosyal ağınız olarak algıladığınız aşağıdaki gibi bir sosyal ağ diyagramı olduğunu düşünelim.

Kaynak: Marissa King, “Social Chemistry: Decoding the Patterns of Human Connection”, Kindle Version, loc.545.

Organizasyonel davranış profesörü Marissa King, yazdığı kitapta insanın en yakından ilişki kurabildiği insan sayısının iki ile beş arasında olduğunu ve bu sayı arttıkça ilişki yakınlığının düştüğünü iddia etmektedir. Biz insanlar her zaman bu iki ile beş kişiyi kendimize iyi gelen insanlardan seçmeyiz. Hatta kimi zaman bu yakın insanlarla zehirli (“toksik”) ilişkiler de yaşarız ama onları hayatımızdan çıkaramayız çünkü yalnızlık korkusu öyle bir baskın gelir ki kendi benliğimizi, ihtiyaçlarımızı hiçe sayarak yıllarca bu toksik ilişkilerin yarattığı travmalara kaptırırız ruhumuzu.

(…)

X: Annem küçüklüğümden beri her fırsatta işte böyle beni aşağılar, eleştirir.

G: Ben aynı şeyleri yapsam, nasıl tepki verirdin?

X: Sana kızdığımı söylerdim.

G: Hala seni her gün aşağılıyorum diyelim, ne yapardın?

X: Seni engellerdim her yerden, bir daha konuşmazdım.

G: Bir dakika, annenin bunu sana her gün yaptığını söylüyorsun ve onu hayatından çıkarmak şöyle dursun daha bundan duyduğun rahatsızlığı söylememişsin. Benim için niye farklı bir yol izledin peki?

X: Çünkü sen benim arkadaşımsın, o benim annem.

G: Bir insanın birini biyolojik olarak hayata getirmesinin ona psikolojik ve fiziksel şiddet uygulama hakkını verdiğini mi düşünüyorsun?

X: Hayır tabi ki, ama annem bana en yakın insan, annemi hayatımdan mı çıkarayım?

(…)

Gördüğüm kadarıyla bir insanın diğer bir insanla kendine iyi gelen bir ilişki kurması için en önemli nokta, o insanın duygusal olarak bağlantılanmasıdır (emotionally connected). Eğer hayatınızda o en iç halkadaki insanlara zaaflarınızı, hatalarınızı, kendinizde kötü gördüğünüz şeyleri söyleyebiliyor ve yargılanma korkusundan uzakta düşüncelerinizi özgür bir biçimde aktarabiliyorsanız, o insanla duygusal düzlemde bağlantılanırsınız ve kendinize yakın hissederseniz. Ancak birçok insan kendi ihtiyaçlarını, isteklerini düşünmemekte; sırf yalnızlıkla yüzleşmemek adına çevresinde hatta ailesinde bile olan toksik ilişkilere esir düşerek acı çekmektedir. Bu derin üzüntü ve stres hali, uzmanların çoğunun mutabık olduğu şekilde nevrotik bozuklukların ana nedenlerinden biri olarak karsımıza çıkmaktadır. İnsan eğer sosyal bir varlıksa ve sosyal destek insanın bir ihtiyacıysa, bu desteği göstermeyen insanları hayatımızda tutmak kendimize yaptığımız bir haksızlık ve sağlığımıza zarar değil midir? Bunun böyle olduğu belliyse neden bize zarar veren toksik ilişkileri sosyal ağımızın ilk aşamasında tutalım ki? Sosyal destek denilen şey ancak sağlıklı ilişkilerin olduğu durumda anlamlı olur ve o zaman size bir fayda sağlar. Zararı olan bir ilişki yalnızlıktan daha mı kötüdür sizce? 

Yalnızlık aslında bizim yıllar içinde zihnimize hücum eden bir sürü bilgi akışı ve üretilmiş klişe fotoğrafların oluşturduğu yapay (“fiktif”) bir algıdır. Çünkü bana göre insanın çevresi ne kadar geniş olursa olsun, insan sonu ölümle bitmesi kesin bir hayatta kendi yolunda yalnız yürüyen bir canlıdır. Hayatınız bir film ise bu filmin başrolünde siz varsınızdır ve hangi sosyal etiketle tanımlarsanız tanımlayın etrafınızdaki insanlar bu filmin figüranlarıdır. Hayat sizin çıktığınız uzun bir yol ve amaç da bu yolculukta mümkün mertebe mutlu olmaya çalışmaksa eğer, gittiğiniz yolda sizi mutlu edecek insanların size eşlik etmesine izin verip vermemek de sizin kontrolünüzde olan bir konudur. Sonuçta asıl olan sizin merkezinde olduğunuz hayat ve sizseniz, burada sizi mutlu etmeye yarayan her kişi ve her şey sizin nihai amacınıza hizmet eden araçlardır. Dolayısıyla, mutluluğunuzu esas aldığınızda ve diyelim ki yanınızda hiçbir insan olmadığında inancınız dolayısıyla ibadet ederek, bir bitki yetiştirip onla konuşarak, bir hayvan sahiplenerek ve onunla iletişim kurarak, onu severek de o iç huzuru ve mutluluğu yakalayabilirsiniz.

Peki iç huzurumuzu insanlar olmadan da sağlayabilmemiz mümkün ise neden bu yalnızlıktan bu kadar korkuyoruz? Neden sırf yalnız kalmamak adına bize kötü davranan insanları hayatımızda tutuyoruz? Bunun bir nedeni, özsaygımızın ve benlik duygumuzun yeterince gelişmemesidir. Çocukluk dönemlerinde yeterince sevgi görmeyen kişiler ve hatta kötü davranışlara maruz kalan çocuklar, ileride bunu sevgi tanımı zannederek kendilerine böyle davranan insanlarla ilişki kurma eğilimine girebilirler. Çünkü çocuk, kendi benliğini ve kendi isteklerini gerçekleştirememiştir ve kendi istekleri pesinde koşması ya ayıplanmış ya da kötü karşılanmış olabilir. Bunun benim gözlemediğim ikinci nedeni ise yalnızlık kavramına ilişkin algılarımızdır ve kendimizin başka insanlar tarafından çok önemsendiğimizi düşünmemizi sağlayan gereksiz egolarımızdır.

(…)

G: Misafirlerin gelmeden önce mutfak tüpünün çalışmaması neden sende bu öfke atağına neden oldu sence?

X: Onları iyi ağırlamayabilirim, yemekler hazır olmazdı ve mutsuz olurlardı.

G: Dışarıdan da bir şeyler söyleyebilirsin. Hem diyelim yemek hazırlamadın, ne olur ki?

X: Onlar mutsuz olurlar.

G: Olabilir. Diyelim ki mutsuz oldular, ne olur?

X: Bir daha benimle görüşmezler.

G: Bir misafirliğe gittiğinde sen misafirliğe gitsen ve arkadaşın tüp nedeniyle yemeği hazırlayamadığını söylese, sen o arkadaşınla bir daha görüşmez misin?

X: Olur mu, görüşürüm tabi. Neden görüşmeyeyim, o benim arkadaşım.

G: Neden peki onların senin gibi düşüneceğini düşünmüyorsun peki?

X: Yalnız kalırım.

G: Şöyle düşünelim, diyelim ki bir kafede tek başına oturmuş kitap okuyorsun ve kahve içiyorsun. Nasıl bir an sence bu an?

X: Kötü, ben yapamam böyle bir şey, yanımda arkadaşlarım olsun isterim.

G: Neden kötü olduğunu düşünüyorsun? İnsanlar sana bakarak “ay ne yazık, bu çocuk da kimseyi bulamamış da tek başına gelmiş burada oturmuş, yazık ne kadar yalnız” falan gibi mi düşünürler sence?

X: Evet

(…)

Neden hiç tanımadığın insanların seni bu kadar önemsediğini düşünüyorsun? Sen onlar için çok mu değerlisin önemlisin ki seni takip etsinler? Kaldı ki diyelim böyle düşünüyorlar. Hiç tanımadığın insanların böyle bir düşüncesi senin için niye bu kadar önemli olsun ki?

Biz maalesef kim olduğunu bile bilmediğimiz ve aslında bizi de gerçekten hiç önemsemeyen bir insan yığınının düşüncelerini önemsiyor ve hayatımızı onlara göre yaşayarak kendimize en büyük zararı veriyoruz. İnsanların zihinlerine yarattığı “aman insanlar ne der”, “aman ailem ne der”, “aman komsular ne der” korkuları, tam bir zihinsel aldatmacadır. Ve bizler, o insanların bizi gerçekten çok önemsedikleri, her anlarında bizi düşündükleri gibi saçma sapan bir düşüncenin demir parmaklıklarında esir ederek geçiririz hayatımızı. İşte yalnızlık düşüncesinin bu kadar korkutucu olmasının benim gördüğüm bir sebebi de, kendimize ve çevremize duyduğumuz bu düşünce yanılsamalarıdır.

Yalnızlıktan bu kadar korkmamızın başka bir sebebi de algılarımızdır. Bunu açıklamak için size kendi hayatımdan bir örnek vereyim. Diyelim ki bir gizli kamerayla evimin salonunu gözlüyorsunuz. Baktığınız açıdan tam karşıda bir L koltuk üzerinde bir kadın ve bir erkek yan yana oturuyor, önlerinde içki kadehleri var ve beraberce televizyona bakıyorlar. İkinci karede ise kadını kaldırıyorum, bir erkek önünde tek bir içki kadehiyle yine televizyona bakıyor. Sizce bu iki karenin hangisinde erkek daha mutludur? Bingo! Çoğunuzun birinci kare dediğini duyar gibiyim. Ama yanıldınız. Çünkü çift olma düşüncesi, filmlerde yaratılan klişe kareler, her gün beynimize akan bilgiler, size bir çiftin romantik bir gece sonrası beraberce güzel bir akşam geçirdikleri algısını yarattı. Halbuki birinci karede ben boğuluyorum, kadın gitsin de rahatça kitabımı okuyayım, belgeselimi izleyeyim diye düşünüyordum. Oysa sizin zihninizdeki klişe ön yargılar, sizi ilk karede mutlu olduğum düşüncesine itti. Yalnızlıktan korkumuzun temelinde işte bu algı vardır. Yalnızlık aynı zamanda pekala özgürlük olarak da algılanabilir. Özgürlük kelimesine bu kadar güzel anlamlar yükleyen zihnimizin neden ona çok yakın başka bir kavramda bize bu kadar korkutucu düşünceler yaratmasına izin verelim ki? Üstelik bir insan fiziksel olarak yalnız kaldığında aslında yalnız sayılmaz. İnsanın iç dünyası ile çevresi ona eşlik eden bir bütündür ve insan bunun farkına vardığında, kendi özsaygısını kazandığında, yalnızlığın aslında özgürlük gibi güzel bir duygu da barındığını fark edebilir.

Sevgili Dostum,

Bir nevrotiğin iç dünyasının yansıması olarak anlaşılacak bu uzun ve belki de sıkıcı yazıyı buraya kadar okuduktan sonra sana son olarak söylemek istediğim birkaç şey var. Yalnızlık kötü bir şey değildir ve sırf yalnız kalmamak için kendini toksik ilişkilere bağımlı kılarak en değerli varlık olan benliğine zarar verme lütfen. Ne çevrendeki insanları olduğundan büyüt ne de kendini küçült, bu yalnızlıkla bitmeye mahkûm hayat yolculuğunda. İnsanlarla -ki buna ailen de dahil- sınırlarını çizmekte, çevrendeki insanları sana iyi gelip gelmediğine göre bir yere alıp bir yerden çıkarmakta özgürsün ve bunu yapman suç, ayıp, günah değil. Bu senin benliğine ve özsaygına karşı bir sorumluğun, benim sevgili dostum. İnsanları iç dünyana alırken onları gözleri görmeyen canlılar olarak düşün. Nasıl ki kör bir insan bir odaya girdiğinde, elleriyle bir duvara dokunduğunda bulunduğu ortamın sınırlarını anlıyorsa sen de kendi benliğine, kendi sağlığına, kendine iyi gelmeyen insanlara sınırlarını göstermekten ve onları eğitmekten çekinme. Bu senin kendi mutluluğun ve sağlığına karşı sorumluluğun, dostum.

Bu dediklerimi bir düşün istersen. Ben çok düşündüm ve bazılarını bu geçen üç yılda yapmayı başardığımı sanıyorum. Çünkü bunları yaptığın zaman hayatın boyunca sana en yakın olan, her anında yanında olmuş ama senin varlığını bile belki fark etmediğin hatta belki de çoğu zaman kötü davrandığın en iyi dostunla tanışacaksın.

Kendinle…


* Yazarın notu: Burada bir parantez açarak şunu belirtmek istiyorum. Ben bu çok değerli bulduğum mesleğin bir üyesi değilim, bu konuda formel bir eğitim almadım ve bu yazının konusunda anlattığım şeyleri bir terapi yöntemi olarak sunmuyorum. Yapmak istediğim sadece kişisel gözlem ve deneyimlerimi paylaşmaktır. Herhangi bir nevrotik bozukluktan rahatsız iseniz bu konuda profesyonel sağlık personeline danışmanızın uygun olacağını hatırlatır, bu yazıyı sadece bir kişinin deneyimleri olarak okumanızı tavsiye derim.


Okuma Esnasında Tavsiye Edilen Şarkı: Teoman, Kumarbaz, Gecenin Sonuna Yolculuk, 2021

Daha fazlası için bakınız:

  • David D Burns, “Feeling Good: The New Mood Therapy” 
  • David D Burns, “When Panic Attacks”, New York: Morgan Road Books
  • Sonja Lyubomirsky,” The How of Happiness”, Penguin Books; Illustrated edition (December 30, 2008)
  • Amir Levine, Rachel Heller, “Attached: The New Science of Adult Attachment”, TarcherPerigee; Reprint edition (January 5, 2012)

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply