Yeşil Mavi

M. Cem Özmen, Seçici Geçirgen

Şiddetsiz İletişim: İletişimde Şiddet Yerine Şefkat

Bir Orta Doğu ülkesi için komik bir başlık olduğunun farkındayım. Her tarafımızın şiddet ile sarmalandığı, neredeyse içinde şiddet olmayan tek bir dakikamızın geçmediği bir dünyada sen neden bahsediyorsun arkadaşım, diyebilirsiniz. Haklısınız. Sürekli insanların birbirine karşı bir öfke, tepki, kıskançlık, kin duygularıyla hareket ettiği hatta çevremizin bağırma, çağırma, azarlama, nefret söylemi, giderek kavga, dövüş, kadın cinayeti, işkence, ölüm, savaş vb. haberleriyle çevrildiği bir dönemden geçiyoruz. Şiddeti içinden çıkarırsak elimizde hiç iletişim kalmaz diyebilirsiniz. Çok haklısınız. Her şey bir yana şu son dönemde Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan olayları bile görmüyor musun, ne şiddetsizliğinden bahsediyorsun sen, diyebilirsiniz. Çok çok haklısınız.

Başta sağlık ve ekonomi olmak üzere bir sürü sorunun yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bunlara ek olarak şiddetin hayatımızın her alanına egemen olduğu, neredeyse onun dışında hiçbir iletişim biçiminin yaşama şansı bulamadığı bir sürecin içerisindeyiz. Beş dakika televizyon izlediğimizde, haber okuduğumuzda ya da sokağa çıktığımızda bile nasıl bir şiddet sarmalı içerisinde bulunduğumuzu görebiliyoruz. Durum böyleyken şiddetsiz iletişim gibi bir beklenti, gerçekten de bataklıkta gül aramaya benziyor sanki.

Öyle ama bir yandan da hayat devam ediyor. Charles M. Shultz’un Snoopy animasyonunda dediği gibi:

– Bir gün hepimiz öleceğiz Snoopy.

– Haklısın, ama diğer günlerin hiçbirinde de ölmeyeceğiz.

Madem ki ölene kadar yaşayacağız, o zaman kalan günlerimizi mutlu yaşamak hakkımız diye düşünüyorum. Dolayısıyla yine de bu konular üzerinde düşünmeye, şiddetsiz bir yaşam olabilir mi acaba diye kafa yormaya değer bence 😊

Aslında bir süredir bu konu gündemimdeydi. Fiziksel şiddeti bir kenara bırakıyorum, günlük yaşantımızda niye bu kadar çok duygusal, sözel şiddet var diye üzerinde düşünüyordum. Güzel bir rastlantı olarak geçtiğimiz günlerde Marshall B. Rosenberg’in “Şiddetsiz İletişim: Bir Yaşam Dili” adlı kitabını okudum. Konuyu birçok yönden ele alan, güzel bir kitap bence. Bugün biraz bu kitaptan ve genel olarak da şiddetsiz iletişimden bahsetmek istiyorum.

M. B. Rosenberg, Amerikalı bir psikolog. 1960’lı yıllardan başlayarak şiddetsiz iletişim konusunda çalışmaya başlamış. Uzun yıllar boyunca çok değişik ülkelerde iletişim konularında hem dersler vermiş hem de doğrudan pratik sorunlara yönelik terapi, çatışma çözümü ve arabuluculuk konularında danışmanlık yapmış. Dolayısıyla hem teorik birikimiyle hem de yaşamın içinden gelen pratik deneyimiyle konuyla ilgili önemli referans kişilerden birisi haline gelmiş.

Marshall B. Rosenberg

Şiddetsiz iletişim kavramının ve bu doğrultudaki temel davranışların yaygınlaşması açısından Rosenberg’in açtığı yolda dünya ölçeğinde çeşitli düzeyde çalışmalar yürütüldüğünü biliyoruz. Bu kapsamda dünya ölçeğinde 600’den fazla eğitmenin şiddetsiz iletişimle ilgili eğitim çalışmaları yaptığını öğreniyoruz. Türkiye’de de bu kapsamda çalışmalar yapan Şiddetsiz İletişim Derneği bulunuyor. Konuyla ilgili ayrıntıları merak edenler için sitenin adresini buraya bırakıyorum.

Peki şiddetsiz iletişim derken neyi kastediyoruz? Ne şekilde tanımlamak gerekir, bir tanımı var mı diye sorarsak…

Şiddetsiz iletişim nedir?

Tekrar kitaba dönersek, kitabın Yeni Basıma Sunuş adlı bölümünde konuyla ilgili çalışmaları bulunan Vivet Alevi, şiddetsiz iletişimi şu şekilde tanımlanıyor:

“Şiddetsiz iletişim, kalpten yaşama sanatı aslında. İçimizde canlı olan hayatı dürüstlükle, açık kalple tam olarak ifade edebilmek; aynı zamanda da karşımızdaki insanların içindeki canlı hayatı anlamaya yönelmek, merak ederek bağlantı kurmaya çalışmak. Yani şiddetsiz iletişim, aynı zamanda ilişki kurma sanatı.”

Yine kitabın önsözünü yazan Arun Ghandi (Ünlü insan hakları ve özgürlük mücadelecisi Mahatma Ghandi’nin torunu) şiddetsiz iletişimle ilgili olarak şunları söylüyor:

“Dedemden öğrendiğim pek çok şeyden birisi de, şiddetsizliğin derinliğini ve kapsamını anlamak ve hepimizin şiddet dolu olduğunu, bu yüzden de önce kendi davranışlarımızın niteliğinde bir değişim yaratmamız gerektiğini kabul etmekti. Çoğu zaman içimizdeki şiddeti kabul etmeyiz, çünkü bu konunun farkında değiliz. Şiddet barındıran biri olmadığımızı varsayarız, çünkü bizim için şiddet demek kavga, cinayet, dayak, savaş demektir ve bunlar da normal insanların genelde yapmadıkları şeylerdir.”

Buna göre şiddetsiz iletişimin anlamına yönelik olarak Rosenberg şu belirlemeyi yapıyor:

“Şiddetsiz iletişim, kendimizi ifade etme ve başkalarını dinleme biçimimizi yeni bir çerçeveye oturtmamız için bize rehberlik eder. Bu yöntemle sözlerimiz alışkanlık haline gelmiş ve otomatikleşmiş tepkiler olmaktan çıkıp ne algıladığımızın, ne hissettiğimizin ve ne istediğimizin farkında olma temeline dayalı, bilinçli cevaplara dönüşürler. Kendimizi dürüstçe ve açıkça ifade etmemizin yolu açılırken aynı zamanda başkalarına da saygı ve empatiyle yaklaşırız.”

Gerçekten de çoğumuz için düşünmeden verdiğimiz cevaplar ve otomatikleşmiş davranışlarımız yaşantımızda o kadar büyük yer kaplıyor ki neredeyse özgün, bize ait, bizim ürettiğimiz hiçbir görüş ve davranış yokmuş gibi görünüyor. Her durum, konu veya soru için hazır sözler, görüşler, yanıtlar var. Yeri geldiğinde herkes kendisine uygun cümleleri alıp kullanıyor. Bir tür askıda söz, askıda düşünce durumu gibi. Böyle olunca da birbirinin aynısı sözleri/cümleleri söyleyen bir sürü aynılaşmış insan görüntüsü ortaya çıkıyor. Ayrıca kendi söz dağarcığından olmayan insanları dışlayan ve düşmanlaştıran bir anlayış gelişiyor. Belki daha da kötüsü çoğumuz, kendine ait olmayan sözü/düşünceyi ifade ettiği için kendisine bile yabancılaşan insanlara dönüşüyoruz.

Sizler de mutlaka yaşıyorsunuzdur. Günlük hayattaki konuşmalarımızda ben sıklıkla karşılaşıyorum. Bir konuda düşüncelerimi anlatmaya çalışırken daha cümlemi bitirmeden karşı taraftan otomatik bir cevap alıyorum. Herkesin bir acelesi var aslında. Cümlenin sonunu bile bekleyecek kadar zamanımızın olmadığını düşünüyoruz. Benim daha ne dediğim belli olmadan karşımdaki kişinin ilk anladığı şekliyle ona uygun bir hazır cevabı aceleyle ortaya döktüğünü görüyorum çoğunlukla. Eğer benim anlatmak istediğim, o kişinin acele ederek yanlış anladığı şey değil de başka bir şeyse, bu sefer de yine o ifade bitmeden diğer duruma karşılık başka bir kalıp cümle/düşünce ifade ediliyor. Yani çoğunlukla karşıyı gerçek anlamıyla dinleyip, onu anlayıp, onun üzerinde düşünerek bir görüş oluşturma süreci çok karşılaştığımız bir durum değil ne yazık ki. Onun yerine karşıdakinin sözlerinden hızlıca bir ipucu çıkarmaya ve ona karşılık hemen hazır cevaplarımızı yapıştırmaya çalışıyoruz. Benim en çok merak ettiğim konu, bu kadar acele ve sabırsızlık sonucunda tasarruf edilen zamanı ne için kullanıyoruz acaba? 😊

Aslında basit gibi görünen ve günlük hayatta sıklıkla rastladığımız bu durum hem kendimize ve özellikle karşımızdakine saygısızlık olduğu gibi iletişimdeki farkında olmadığımız şiddet unsurlarının da ne kadar yaygın olduğunun bir göstergesi.

Yine siddetsiziletisim.com sitesinde de şiddetsiz iletişim ile ilgili şu belirlemeler yapılmış:

Şiddetsiz İletişim;

  • kendi değerlerimizden ödün vermeden karşımızdakini empati ile anlamaya,
  • karşımızdakini suçlamadan gerçek duygu ve ihtiyaçlarımızı açık yürekli bir dürüstlükle ifade etmeye odaklamaya yardım ederek,
  • ilişkilerimizin niteliğini temelinden düzeltmemize katkıda bulunur.

​Şiddetsiz İletişim, bunu, dört unsurun yardımıyla gerçekleştirir:

  • Yargılarımızdan bağımsız GÖZLEM yapmak (“Bizi etkileyen olayları gözlemlemek”);
  • Doğrudan yüreğimizdeki DUYGUları fark etmek (“Bunların bizde yarattığı duyguların farkına varmak, kendimizi nasıl hissettiğimizi duymak”); 
  • Değer ve özlemlerimizi ifade ederek İHTİYAÇlarımızı dile getirmek (“Bu duyguların giderilmesine yönelik ihtiyaçları belirlemek”); 
  • Net ve olumlu eylem dilinde ifade ettiğimiz RİCAlarda bulunmak (“Bunların karşılanmasına yönelik rica ettiğimiz somut davranışları tespit etmek”).

Dolayısıyla şiddetsiz iletişimi en genel anlamda iletişimde şiddeti değil de şefkat duygusunu esas alan bir yaklaşım olarak nitelendirebiliriz. Yani karşımızdaki insanlarla olumsuz duygular (bıkkın, endişeli, gergin, güvensiz, mutsuz, öfkeli, sabırsız, sinirli, umutsuz, yalnız vs.) üzerinden değil tam aksine olumlu duygular (canlı, güvenli, hevesli, huzurlu, ilgili, iyimser, neşeli, rahat, sakin, umutlu, şükran dolu vs.) üzerinden geliştirilen bir dil.

Şefkatli iletişimi engelleyen etkenler

Rosenberg, insanlar arasındaki ilişkilerde şefkatli iletişimi engelleyen etkenleri sayarken hayata yabancılaştıran iletişim biçimlerinin altını çiziyor:

“Birçoğumuz, bizi ne hissettiğimizin ve neye ihtiyacı olduğumuzun farkında olmaya yönlendiren bir dille değil, etiketlemeye, karşılaştırmaya, talep etmeye ve yargılamaya yönlendiren bir dil ile büyüdük. Hayata yabancılaştıran iletişimin, insan doğasıyla ilgili asırlardır etkisini sürdüren görüşlerden kaynaklandığına inanıyorum. Söz konusu görüşler, doğuştan kötü ve kusurlu olduğumuzu, doğamızın kontrol altına alınabilmesi için eğitime ihtiyacımız olduğunu vurgular. Böyle bir eğitim, sık sık hissettiklerimizde ya da ihtiyaç duyduklarımızda bir kusur olup olmadığını sorgulamamıza neden olur. İçimizde olup bitenlerle olan bağlantımızı koparmayı daha küçük yaşlarda öğreniriz.”

Yine bu etkenlerden olan gereklilik ve zorunluluklarla ilgili olarak şunları söylüyor:

“İnsanlar yanlışlık ve kötülük ima eden ahlakçı yargılarla düşünme yolunda ne kadar eğitilirlerse, neyin doğru ya da yanlış, iyi veya kötü olduğunu tanımlamak için dışarıya -çevrelerindeki otorite figürlerine- bakma yolunda o kadar eğitilmiş olurlar. Biz insanlar duygularımızın ve ihtiyaçlarımızın farkında olduğumuzda artık iyi köleler ve emir kulları olamayız.”

Çoğu toplumda kutsallaştırılan birçok varlık vardır: Geleneksel kurallar, yaşlılar, büyükler, atasözleri vs. gibi. Bunlarla ilgili olarak Rosenberg şunları söylüyor:

“Anlambilimci Wendell Johnson, sürekli değişen gerçekliği yakalamak ve ifade etmek için durağan bir dil kullanarak kendimize bir yığın sorun yarattığımıza işaret etmiş ve bunu şu sözlerle dile getirmiştir: “Dilimiz, eski ve eğitimi az insanlarca yaratılmış, mükemmellikten uzak bir araçtır. Animistik yapıdaki bu dil bizi, durağanlık ve değişmezlik; benzer, normal ve türdeş olanlar; sihirli dönüşümler, hızlı çareler, basit sorunlar ve kesin çözümler hakkında konuşmaya davet eder. Oysaki bu dille sembolize etmeye çalıştığımız dünya, süreçler, değişimler, farklılıklar, boyutlar, işlevler, ilişkiler, büyümeler, etkileşimler, gelişmeler, öğrenmeler, başa çıkma ve karmaşıklıklar dünyasıdır. Sürekli değişen bu dünyamız ile görece durağan dil yapılarımız arasındaki bu uyumsuzluk, önemli bir sorun oluşturmaktadır.”

Bizim toplumumuzda da örneğin atasözleri çoğu zaman mutlaka doğruymuş gibi düşünülen ve bu anlamda oldukça değer verilen sözlerdir. Oysa hayatta karşılaşacağımız sonsuz çeşit seçenek vardır ve her bir duruma karşın bir atasözünün olması mümkün değildir. Aynı şekilde tek bir duruma karşın birbiriyle çelişen birçok atasözünün olduğu durumlarla da karşılaşabiliyoruz. “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ” ve “Sakınan göze çöp batar” gibi. Dolayısıyla geçmişten, kültürden, dinden, okuldan, toplumdan, aileden aldığımız her şey hayatımızı kolaylaştırmıyor. Tam aksine yaşantımızı ve ilişkilerimizi zorlaştıran birçok yönünün de olduğunun ayırdına vararak yaşantımızı düzenlememizin önemine işaret ediyor Rosenberg.

Kitapta altı çizilen önemli noktalardan birisi de, şiddetsiz iletişimin sabit genellemeler yapmaktan kaçınmamızı öneren bir süreç dili olduğudur. Kalıplaşmış, durağan ve kesinleşmiş yargılar yerine insanları zaman ve bağlama özgü gözlemler yaparak düşünmeye çağırır. Örneğin kalıplaşmış bir yargı olan “Murat kötü bir futbolcudur” demek yerine ”Murat, yirmi maçtır gol atamıyor” demek, çok daha doğru, gerçek ve şiddetten arınmış bir iletişim ifadesi olabilir.

Yine Rosenberg bu durumu kitapta şöyle ifade ediyor:

“Psikanalist Rollo May’in belirttiği üzere “Olgun bir insan, tıpkı bir senfoninin farklı pasajlarındaki gibi, güçlü ve tutkulu deneyimlerden ince ve hassas olanlara kadar çeşitlenen duygu nüanslarını kendinde yakalama becerisi geliştirmiştir.” Ancak çoğumuzun duygu ve düşünce dünyası, May’in de ifade ettiği gibi “Bir borazanın notaları kadar sınırlıdır.”

Duyguların kökenindeki ihtiyaçlar

Rosenberg, başkalarıyla ilgili yaşadığımız her türlü duygunun -özellikle öfke, kızgınlık, kin, nefret, vb.- altında karşılanmamış ihtiyaçlarımızın olduğunu iddia ediyor:

“Başkaları hakkındaki yargı, eleştiri, teşhis ve yorumlarımızın tümü, ihtiyaçlarımızın hayata yabancılaşmış ifadeleridir. “Beni hiç anlamıyorsun” diyen birisi, aslında bize, anlayış ihtiyacının karşılanmadığını söylemektedir.”

Gerçekten de hemen hemen hepimiz kızgınlık, öfke, kini nefret, bağırma, azar, kavga vd. durumlarında genellikle karşımızdakini suçlar ve onun davranışlarından kaynaklandığı için böyle bir duyguyu yaşadığımızı düşünürüz. Halbuki aynı olaya maruz kalan insanlardan birisi gülümseyerek bu olayı atlatırken bir başkası bağırarak ve kavga ederek karşılık verebilmektedir. İnsanların özellikle aynı olaylara bu derece farklı tepkiler veriyor olmalarının en temel nedeninin, yaşanan olaydan çok her birimizin iç dünyasının karmaşıklığının, kırılganlığının ya da karşılanmamış ihtiyaç ve duyguların olduğu açıktır.

Örnek olarak öfke konusunu ele alırsak. Başkalarının davranışları bizde birtakım duyguları uyandırabilir ama genellikle duygularımızın nedeni değillerdir. Rosenberg, hiçbir zaman yalnızca başka birinin söylediği veya yaptığı bir şey yüzünden öfkelenmediğimizi belirtir. Yazara göre diğer kişinin davranışını bizi uyaran bir etken olarak tanımlayabiliriz ama uyaran davranış ile neden arasında net bir ayrım yapmamız çok önemlidir. Duygularımızın nedeni, başka kişilerin davranışları değil kendi ihtiyaçlarımızdır. Rosenberg, bu noktada, karşılanmamış ihtiyaçlara odaklanacağımıza karşımızdakini analiz edip yargılamak üzere zihnimize yöneldiğimizi ve dolayısıyla karşıdaki kişiyi suçlu çıkaracak şekilde kanıtlar bulduğumuzu belirtiyor.

Rosenberg, kendi ihtiyaçlarımızın farkına varmamız ve onlara göre yaşamamız konusuyla ilgili olarak bu süreçte kadınların yaşadığı sorunların daha da büyük olduğunu belirterek şu noktaların altını çiziyor:

“İhtiyaçlarımızın farkına varıp onları ifade ettiğimizde acımasızca yargılandığımız bir dünyada, bunu yapmak son derece korkutucu olabilir. Özellikle kadınlar çok eleştiriye maruz kalırlar. Asırlardır sevecen kadın imgesi, başkalarını gözetme uğruna kendini feda etme ve kendi ihtiyaçlarını inkar etmeyle özdeşleştirilmiştir. Kadınlar, başkalarına bakmayı kendileri için en yüce görev olarak eğitildikleri için genellikle kendi ihtiyaçlarını görmezlikten gelmeyi öğrenirler”.

Bu açıdan bakıldığında başkalarıyla ilişkilerimizin sağlıklı olabilmesi için en temel olarak kendi duygularımızın sorumluluğunu almayı bilmemiz ve herhangi bir bağımlılık durumu varsa onlardan kurtularak duygusal kölelikten duygusal özgürlüğe geçişi sağlamamız gerekiyor. Bu, hem bizim kendi varlığımızı koruyarak ilişkide yer almamız hem de diğer insanları kendi gerçekleriyle kavrayabilmemiz için oldukça önemli bir gereklilik oluyor. Bu konuyla ilgili olarak da yazar şu görüşleri ifade ediyor:

“Duygusal özgürlükte başkalarının ihtiyaçlarına korku, suçluluk veya utanç duygularından değil, şefkatten kaynaklanan karşılıklar veririz. Duygusal özgürlük, ihtiyaçlarımızı netlikle ortaya koyarken, başkalarının ihtiyaçlarının karşılanmasını aynı derecede önemsediğimizi ifade etmeyi de içerir.”

Bu kapsamda ilişkilerde karşılıklı olarak birbirini anlamak ve hayatı zenginleştirecek olanı istemek için de şu noktaların altını çiziyor:

“Dinleyenler, isteklerimize uymazlarsa suçlanacaklarına veya cezalandırılacaklarına inandıklarında, ricaları talep (emir) olarak algılarlar. Karşımızdakinin talepte (emirde) değil ricada bulunduğumuza güvenmelerine yardımcı olmak için, bize ancak, isteğimizi gerçekten kendi rızalarıyla yerine getireceklerse evet demelerini arzu ettiğimizi onlara ifade edebiliriz. Şiddetsiz iletişimin amacı, isteğimiz yerine gelsin diye insanları veya davranışları değiştirmek değildir. Amaç, nihayetinde herkesin ihtiyaçlarını karşılayacağı, dürüstlük ve empatiye dayalı ilişkiler geliştirmektir.”

Şiddetsiz iletişimin en önemli bileşenlerinden birisi de ilişkilerde empati duygusudur. Karşımızdaki insanın gerçekte ne yaşadığını anlamak için çok net ve belirgin bir empati duygusunun yaşanmasının gerektiğini biliyoruz. Bununla ilgili olarak Rosenberg, şunları söylüyor:

“Empati, başkalarının yaşadıkları her ne ise, onu saygıyla anlama halidir. Çinli filozof Chuang-Tzu, gerçek empatinin tüm varlığımızla dinlemeyi gerektirdiğini söyler. “Sırf kulakla duymak bir şeydir. Zihinle anlayarak duymak başka bir şeydir. Ancak ruhla duymak, kulak ya da zihin gibi tek bir duyuyla sınırlı değildir. Dolayısıyla bütün duyuların boş olmasını gerektirir. Ancak bütün duyular boş olduğunda tüm varlıklar dinleyebilir. İşte o zaman, hemen önümüzde duran, ama asla kulakla duyulamayacak ya da zihinle anlaşılamayacak olana yönelik doğrudan bir kavrayış yaşanır.”

İnsanları dinlerken sözleri üzerine düşünerek anlattıklarını kafamızdakilerle ilişkilendirmeye çalıştığımızda insanlarla gerçek anlamda birlikte olmayız, ancak birer seyirci oluruz. Dolayısıyla empatinin kilit unsurunun anda, orada, karşımızdakinin yanında olma hali, yani mevcudiyettir. Empati yaparak, karşımızdakine ve onun yaşadığı deneyime tüm varlığımızla eşlik ederiz.

Bununla ilgili de Rosenberg şu saptamayı yapıyor:

“Empati, başkalarının yaşadıklarını saygıyla anlamaktır. Çoğu kez empati kurmak yerine kuvvetli bir tavsiye verme, teselli etme, kendi durumumuzu veya duygularımızı açıklama dürtüsü ağır basar. Oysa empati bizi, zihnimizi boşaltıp bütün varlığımızla diğerlerini dinlemeye çağırır.”

Şiddetsiz iletişimin en temel dört aşamasının gözlem, duygu, ihtiyaç ve ricalar olduğunu belirtmiştik. Zaman zaman insanlar – biz dahil- bu dört aşamanın dışına çıkan ya da bunlarla eşleşmeyen söz ve davranışlarda bulunabiliriz. Rosenberg, şiddetsiz iletişimde başkaları, kendilerini ifade etmek için hangi sözcükleri kullanırlarsa kullansınlar, bizim sadece onların gözlem, duygu, ihtiyaç ve ricalarına kulak vermemiz gerekliliğinin önemine işaret ediyor. Ancak bu şekilde karşılıklı olarak birbirimizi anlayabiliriz ve bir bağ kurabiliriz. Ayrıca karşımızdakinin sözlerinin kaynağı olan duygu ve ihtiyaçlarıyla ve bunlarla ilgili ricalarıyla bağlantımızı kaybettiğimizde iletişimin canlılığı da gider. Rosenberg’in de belirttiği gibi bu durumda:

“Diğer insanlarla bir yaşam enerjisi alışverişi içinde olacağımıza, kendimizi onların sözlerini attıkları birer çöp tenekesi olarak görürüz.”

Kendimizle şefkat bağı kurmak

Sağlıklı bir iletişim için başkalarıyla ilişkilerde dikkat etmemiz gereken noktaların çoğu öncelikle kendimizle ilişkimizde de geçerli tabi. Özellikle özsaygı ve kendine güven konularında oldukça sıkıntılı bir coğrafya da yaşadığımızı düşünürsek kendimize göstereceğimiz şefkat çok daha yaşamsak nitelikte oluyor. Rosenberg bu konuyla ilgili olarak şu uyarıları yapıyor:

“Çoğumuzun bize sınırlarımızı gösteren ve gelişimimize rehberlik edebilecek hatalarımızdan yararlanmak yerine kendinden nefret etme batağına düşmesi son derece acıklı bir durumdur.

Bazen kendimizi acımasızca yargılayarak yanlışlarımızdan ‘ders çıkarsak’ bile, bu tarz bir öğrenme ve değişimin ardındaki nitelik beni endişelendiriyor. Değişimin, utanç ve suçluluk duygusu gibi yıkıcı enerjilerden değil, kendimiz veya başkaları için hayatı zenginleştirme arzusundan kaynaklanmasını tercih ederim.”

Sonuç yerine

Pek çoğumuz ihtiyaçlarımızı ifade etmekte büyük zorluk yaşıyoruz. Eleştirmek, hakaret etme ya da bizi birbirimizden uzaklaştıracak başka yollarla iletişim(sizlik), bize toplum tarafından öğretilmiş davranışlardır. Bunun sonucu olarak iletişimlerinde herhangi bir sorun yaşayan insanlar da genellikle kendilerinin ve karşılarındakilerin ihtiyaçlarını fark etmek yerine kendi haklılıklarını kanıtlamak ve diğer tarafı haksız çıkarmak için fazlasıyla zaman harcarlar.

Rosenberg, iletişim kopukluklarını ve çatışmaları şiddetsiz iletişim yöntemiyle çözmek istiyorsak, insanların kendilerini ifade etme biçimlerine bakmadan dile getirdikleri ihtiyaçları duyabilmek için kendimizi eğitmemiz gerektiğini söylüyor. Eğer gerçekten başkalarına yardım etmek istiyorsak ilk öğreneceğimiz şeyin her türlü mesajı bir ihtiyacın ifadesine tercüme etmek olduğunu belirtiyor:

“Hepimiz insan olarak bizi sınırlandıran şeyleri, iyi niyetli anne babalardan, öğretmenlerden, din adamlarından ya da başkalarından öğrenmişizdir. Nesiller, hatta asırlar boyunca aktarılan bu yıkıcı kültürel öğretilerin çoğu yaşamımızın içine o kadar işlemiştir ki artık bunların bilincinde bile değilizdir. Aynı şekilde zarar verici kültürel koşullanmaların doğurduğu acı hayatımızın o kadar önemli bir parçasıdır ki, artık onun varlığını fark edemeyiz. Bu yıkıcı öğrenmenin farkına varıp onu yaşama değer katan, hizmet eden düşünce ve davranışlara dönüştürmek büyük bir enerji gerektirir. Bilincin ışığını bu koşullanmanın üzerine tutmak, üzerimizdeki hakimiyetini kırmanın da kilit adımıdır.”

Dolayısıyla şiddetsiz iletişim; yüzeyde görünenin altına ulaşmamıza, içimizdeki canlı hayatı keşfetmemize ve tüm eylemlerimizin, karşılamaya çalıştığımız insani ihtiyaçlara dayandığını görmemize yardımcı olur, diyebiliriz.

Özetin özeti olarak da Mevlana’nın şu sözlerini rehber olarak alabiliriz sanırım:

“Doğru ile yanlışın ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşalım.”

100% LikesVS
0% Dislikes

2 Comments

  1. Neriman ÇOBAN

    Çok haklısınız. Şefkat dilinin kullanılmakta zorlanıldığı bir coğrafyada dünyaya gelmek bizim için zor bir durum. ‘Coğrafya kaderdir.’ sözünü ne kadar da haklı çıkartıyor bu durum. Ancak dönüşüme inanan biri olarak zor da olsa istenirse şiddet dilinin bırakılabileceğini düşünüyorum ben de. Bunun için fark etmek ve öğrenmek gerekli öncelikle. ‘Dünyayı güzellik kurtaracak.’ diye boşuna söylememiş üstat. Sevgi dilini sonradan oluşturmak da mümkün elbette.

    • M. Cem Özmen

      Yorumunuz için teşekkür ederim. Bence de dönüşüm, değişim ve gelişim çok kilit kavramlar. Herhangi bir konuda eksik/yanlış/hatalı/yetersiz olabiliriz ama kendi içimizde bir dönüşüm/değişim/gelişim dinamiği varsa hiç bir konuda kaygı duymamıza gerek yok bence. Bu nedenle ben bir insanın kusursuz (mümkün değil gerçi ama olsa bile!) ama değişime kapalı olmasındansa kusurlu ama değişime açık olmasının daha değerli olduğunu düşünürüm.
      Hepimiz için her zaman bol bol değişim dileğiyle…

Leave a Reply