Türkiye sinemasında benim hatırladığım en ilginç filmlerinden birisi sanırım “Susuz Yaz”dır. Çocukluğumda anımsadığım, ne zaman bu filmin adını duysam mutlaka kafamda bir yasak kavramının canlandığı idi. Pek çok insan gibi biz de Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik, Gülşen Bubikoğlu, Ediz Hun, Cüneyt Arkın, Tarık Akan vd. birçok sanatçının filmini bazen gülerek bazen duygulanarak izlerdik. Dolayısıyla eğlencenin -ya da ekran kaynaklı eğlencenin diyelim- son derece sınırlı olduğu o dönemde ne zaman bir filmin ya da sanatçının adı geçse çok mutlu olurduk. Yalnız bunun iki tane istisnası olduğunu hatırlıyorum. Bir tanesi Yılmaz Güney filmleri, diğeri de özel olarak “Susuz Yaz”. Bu iki durumda mutlulukla beraber bir tedirginlik, rahatsızlık hissiyatı da olurdu. Bunlardan Yılmaz Güney konusunun siyasi nedenlerden kaynaklandığını büyüdükçe öğrendik. Ama açıkçası “Susuz Yaz” konusu daha bir değişikti. Ne zaman bir yerde (örneğin bir gazetede, televizyonda) “Susuz Yaz” ifadesi geçse mutlaka bir gerginlik, bir sessizlik olduğunu anımsıyorum. Siyasetle mi ilgili cinsellikle mi ilgili ya da benim anlayamadığım başka bir konuyla mı bilmiyorum ama bir şekilde bu filmde “yasak” olan bir şey vardı. Ama uzun yıllar anlayamadım. Her ne kadar farkında olmasam da sanırım bu konu bir merak olarak bilinç altımda uzun yıllar yaşamış ki geçen gün biraz da tesadüfen aklıma geldi ve bu konuyu merak olmaktan çıkarmak için oturup filmi izledim. Bugün biraz bu filmle ilgili düşündüklerimi sizinle paylaşmak istiyorum.
“Susuz Yaz”, Necati Cumalı’nın 1962 yılında yazdığı bir hikaye aslında. Aynı adlı filmin senaryosu, bu kitaptan uyarlanarak yazılmış. Yönetmenliğini Metin Erksan’ın yaptığı film, 1963 yılında çekilmiş ve başrollerde Ulvi Doğan, Hülya Koçyiğit ve Erol Taş oynamış. İzmir’in Urla ilçesinin Bademler köyünde çekilen filmin ana konusu, tarlasından çıkan suyu köylülerle paylaşmak istemeyen Osman karakterinin onlara karşı verdiği mücadele ve aynı zamanda da kardeşine (Hasan) ve onun eşine (Bahar) yönelik yaptığı kötülüklerdir. Osman rolünde Erol Taş’ın oynadığını belirtirsem zaten onun nereye kadar neler yapabileceği konusunda ne demek istediğim rahatlıkla anlaşılacaktır 😊
Film, birçok açıdan ilginç aslında. Çekimlerin bitmesinin (1963) ardından Sansür Kurulu tarafından “Türkiye’yi dışarıya kötü gösterdiği” gerekçesiyle gösterimine izin verilmediği için film rafa kaldırılmış.
Bu arada filmin yapımcısı ile yönetmeni arasında anlaşmazlıklar çıkmış. Film yasak olduğu için bir otomobilin bagajında gizlice yurtdışına çıkarılmış ve 1964 yılında katıldığı Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü almış. Bu arada Hülya Koçyiğit’in film çekildiği sırada 15 yaşında olduğunu ve ilk filminde hem de başrolde oynadığını görüyoruz. Yine filmin ana teması olan tarımda kullanılan suyun paylaşılamaması konusuyla ilgili olarak filmden sonra bu tarz sorunların çözümü amacıyla su kaynaklarının devletin mülkiyetine geçtiğini öğreniyoruz. Ayrıca filmden sonra yurt dışında Türkiye’de yapılan filmlere yönelik ilgi artıyor ve devamında hem bu film (Meksika’da Altın Maya, Venedik’te özel ödül vb.) hem de diğer filmler çeşitli başarılar yakalıyor. Bu arada yurt dışı film festivallerine katılacak olan filmleri seçmek üzere Kültür Bakanlığı bünyesinde Film Seçme Komitesi kuruluyor. Filmin sağladığı başarıdan sonra Türkiye’de ve Avrupa’da çeşitli erotik öğeler de eklenerek birçok değişik versiyonun çekildiğini ve gösterildiğini de görüyoruz.
Bu bilgileri çok sonradan öğrendiğim için çocukluk yıllarımdan kalan merak ve sorular yıllarca benimle birlikte yaşamış oldu tabii.
Yukarıda da belirttiğim gibi aslında film, Erol Taş’ın üzerine kurulmuş görünüyor. Film boyunca Erol Taş’ın uçsuz bucaksız hesaplarını ve şeytanın aklına gelmeyecek kötülüklerini görüyoruz. Çıkarları için yapmayacağı şey bulunmayan, en zor durumlarda bile hedefinden vaz geçmeyen, bu anlamda her türlü “kötü”lüğe kilitlenmiş, güçlü bir karakteri canlandırıyor. Bu anlamda bildiğimiz Erol Taş işte. Ne bir eksik ne bir fazla.
Siyah-beyaz olarak çekilmiş bu filmi ben genel olarak beğendim. Akıcı bir temposu var ve oldukça gerçekçi. Bu arada filmi izlerken eskiden bunları izleyen insanların filmler, konular ve oyuncularla ilgili düşünceleri ve yorumları da aklımdan geçti. Bizim çocukluğumuzda karakterler genellikle iki türlü olurdu: Ya Hülya Koçyiğit, Emel Sayın, Tarık Akan, Kadir İnanır gibi iyiler, ya da Erol Taş, Nuri Alço, Suzan Avcı vb. gibi kötüler. Bir de tabi bu ana karakterlere yardım eden diğer kişiler (anneler, babalar, hizmetçiler, şoförler, vb.) vardı ki bunlar da genellikle bu iki kategoriden birinde yer alırlardı zaten. İzleyen insanların da çoğu (hepsi mi desem?) kendilerini iyi rollerde olan karakterlerden birisiyle (genellikle başroldeki kadın veya erkek) özdeşleştirir, tüm duyguları onunla beraber yaşar, sevinir, üzülür, diğer taraftan da kötü olan karakterlerden nefret eder, onların yaptıklarının cezasız kalmaması için dua ederlerdi. Gerçi çoğunlukla filmlerin sonunda iyiler kazanırdı ama her durumda kötüler, insanlar için önemli olan birtakım değerlerden (sevgi, onur, yardımlaşma, paylaşım, ahlak, vb.) yoksun oldukları için kötü olarak kalmaya devam eder ve halkımız da onlara tepki duyardı. Hatta bu tepki bazen öyle bir düzeye varırdı ki sokakta bu kişilere karşı küfürler, hakaretler edilir, zaman zaman bu kişileri dövmeye çalışma vakalarıyla bile karşılaşılırdı.
O zamanlar böyle haberleri duyduğumuzda, okuduğumuzda çok komik gelirdi. Halkımızın bir gösteri sanatını gerçekmiş gibi değerlendirmesi ve o oyun içerisinde kendisine verilen rolü yapan (bu kötü rol de olsa) birilerini gerçek yaşamda dövmeye varacak kadar cezalandırmaya çalışması, komik olduğu kadar da acınacak bir şeymiş gibi gelirdi. Bir yandan halkımızın iyi niyetli, naif tarafına saygı duyarken diğer taraftan da hafif bir küçümseme hali içerisinde olduğumuzu hatırlıyorum.
Çocukluktan ve ilk gençlikten sonra bu tür filmleri izlemeye ara vermişim demek ki. Aradan zaman geçip de şimdi izlemeye başlayınca birçok şey çok ilginç geliyor tabii. Benzer ve benzemez yönleriyle. Örneğin Erol Taş yine aynı Erol Taş. Bir insan nasıl bu kadar kötü olabilir, nasıl bu kadar bencillik yapabilir ve bunları yapabilmek için de nasıl bu kadar gözü dönmüş ve acımasız olabilir? Hiç kimsenin sevmediği ve herkesin nefret ettiği bir karakter idi geçmişte. Ama film sırasında acaba izleyici şimdi de aynı mı diye düşündüm. Yani Erol Taş aynı Erol Taş idi ama izleyici eski izleyici mi idi? Bugün bu filmi izleyen insanların yüzde kaçı eskiden olduğu gibi koşulsuz olarak Osman karakterini kötü bulup nefret edecek, hatta onu cezalandırmaya çalışacaktı? Örneğin bugün bir anket yapılsa ve izleyiciye şu soru sorulsa: “Sizin bu filmde bir karakter olmanız gerekse hangisi olmak istersiniz? Filmde kendinizi hangi karakterle özdeşleştiriyorsunuz?” dense acaba halkımızın tavrı ne olacaktı?
Bu soruyu 1960-70-80 hatta 90’lı yıllarda bile sorsak herkesin Hasan, Bahar, muhtar hatta köylülerden birisi diye cevap vereceğinden ve çok büyük istisnalar dışında hiç kimsenin kendisini Osman karakteriyle özdeşleştirmeyeceğinden eminim. Çünkü o dönemki atmosferde (“zamanın ruhu”) Osman karakteriyle özdeşleşmek, hem bütün iyi ve güzel değerlerden uzaklaşmak hem de bu değerleri önemseyen tüm toplumdan soyutlanmak anlamına gelecekti. Yalnızca böyle kötü bir karaktere sempati duymak bile bir insanın karakteri hakkında toplum tarafından şüphe duyulmasına neden olabilirdi. Ama acaba şimdi de eskiden olduğu gibi kötülüğü temsil eden bir karakter olmaya şiddetle karşı mı çıkacaklar, hatta onu cezalandırmaya mı çalışacaklar yoksa “insan insanın kurdudur”, “bu devirde işi bileceksin”, “iş bilenin kılıç kuşananın”, “bu dünyada enayi olmayacaksın” vb. diyerek onun yanında mı yer alacak hatta kendilerini onunla mı özdeşleştirecekler?
Son dönemlerin güzel bir ifadesi var ya, “bu düşündüklerimi kanıtlama şansım yok tabi ama böyle olduğundan eminim” diye. Ben de kanıtlayamam ama görüp duyduklarımızdan, yaşayıp gördüklerimizden yola çıkarak diyorum ki sanki Erol Taş’ların kişiliğinde kötülüğü cezalandırmaya çalışan bir izleyici kitlemiz artık yokmuş gibi görünüyor. Onun yerine güçlü olmayı, zengin olmayı, istediğini yaptırabilmeyi her şeye tercih eden, bunun için yapmayacağı kötülük, ayaklar altına almayacağı değer olmayan ve sonunda da bu tutumuyla gurur duyan insanların çoğaldığı bir toplumsal yapıya büründük sanki. Örnek vermeye gerek var mı bilmiyorum. Her birimiz, yalnızca bir günde yaşadığımız olayları düşünsek muhtemelen birçok örnek bulabileceğiz. Sıradan bir güne ait bir gazeteden veya haber sitesinden rastgele on adet haber seçsek muhtemelen en az üç-beş tanesinde kötücül, güce tapan, zayıfı ezen, her türlü ayrıcalığı yalnızca kendisinde gören bu yaklaşımları rahatlıkla görebiliyoruz.
Artık başka bir dönemde yaşıyoruz sanki. Eskiden kötülüğü temsil ettiği için nefret objesi olan Erol Taş karakterleri, artık çok daha fazla hoşgörüyle karşılanıyor. Çoğu insan kötülükten yana olmasa bile güçlü olduğu için artık Erol Taş’lara daha sempatiyle bakabiliyor. Haklı bulabiliyor. Eskiden insanlar ahlaki olarak belli değerlerden yoksun oldukları için ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar kendilerini kötü insanlarla özdeşleştirmezler, bu kişileri sevmezler ve her durumda lanetlerlerdi. Ancak şimdi birçok insan kendilerini en kötü karakterlerle dahi rahatlıkla özdeşleştirebiliyor, onlar gibi olmak isteyebiliyorlar.
Bu bütün dünyada mı böyle oldu, yoksa biraz bizim gibi ülkelere mi özgü? Çok bilemiyorum ama tabi geldiğimiz nokta, çok da mutluluk verici değil. İlkeler, değerler kaybolunca, insanlar güce tapmaya başlayınca herkes bir Erol Taş oluyor ya da olmuş gibi davranabiliyor. Öyle olunca da sadece Erol Taş’lardan oluşan ya da onların baskın geldiği bir hayatı yaşamamız gerekiyor. Şu an insanlarımızın bulunduğu ruh halinin ve yaşadıkları mutluluk (mutsuzluk mu desek?) seviyelerinin biraz bu Erol Taş hallerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Eskiden bir sürü iyi karakter arasında en fazla bir tane Erol Taş olabiliyordu, ama şimdi bütün hayat Erol Taş’larla dolmuş görünüyor. İyiler nerede? Sustukları için mi görünmüyorlar yoksa herkes biraz Erol Taş mı olmuş?
Dediğim gibi ben eskiden Erol Taş’a kızan, tepki gösteren insanlara gülerdim. Bu filmler gerçek değil, bu insanlar niye böyle yapıyorlar falan diye. Ama şimdi anlıyorum ki meğerse az biraz cehalet olsa da büyük bir bilgelik varmış o tepkilerde. Ne olursa olsun toplumun çok büyük kısmının iyilikten yana tavır aldığı, kötü olmaktansa yoksul, çaresiz, ezilmiş, gariban olmayı tercih ettiği dönemlermiş. Bir toplumda bir kişi kötü bir şey yaptığında herkesin birden lanetlediği, o kişinin de yaptıklarından dolayı utandığı günlermiş. Şimdi de ne yazık ki bir kişi kötülük yaptığında o kişi bundan utanç duymayı bırakın aksine gururla savunabiliyor. Buna karşın toplumumuz da eskiden olduğu gibi onu kınamak, eleştirmek yerine onun yanına gidip kötülüğün gücünden yararlanmaya çalışıyor. Eskiden kötülük yaşayamazdı, şimdi iyilik yaşayamıyor.
Ben en çok Erol Taş yaşasaydı bugünler için ne düşünürdü, ne yapardı acaba diye merak ediyorum. Bir dönemin açık ara en kötü karakteri olarak bugün yaşananlardan alacağı çok ders vardır muhtemelen. Ya da bugünün kötülükleriyle baş edemeyip Erol Taş olmaktan utanır mıydı acaba? 😊
Leave a Reply