Yeşil Mavi

Ekran-Sahne, Hatice Beken

Barbara

Kimi zamanlarda insanlık olarak varlığımızın bir yarısı derin umutsuzluk anlarında asılı kalabiliyor. Tıpkı yakın geçmişte I. ve II. Dünya Savaşlarının yol açtığı topyekûn alt üst oluştaki gibi. Bu savaşların etkileri neredeyse XX. yüzyıl boyunca devam etti. Savaştan çıkan yenik ya da galip ülkelerin karar alıcıları hasarın boyutlarını ölçemiyorlardı. Toplumsal yapıları otopsi masasına yatırdılar, soydular, uzuvlarını incelediler. Neşterin adı ‘’baskı’’ oldu. Cerrahların da, berberlerin de, cellâtların da ne çok çalıştı elleri.

1980’li yılların Doğu Almanya’sında geçen ‘’Barbara’’ filminde de II. Dünya Savaşı’nın hayaleti gündelik yaşamda elini kolunu sallayarak dolaşıyor. Barbara’nın tedirgin mutsuzluğu, içine kapanık ruh hali, taşradaki hastanede daha işe başladığı ilk gün diğer doktorların gözünden kaçmıyor, ‘’şehirli züppe’’ gözüyle bakıyorlar ona. Kendi giziyle solgun, yapayalnız Barbara’nın ormanda sevgilisini beklerken, toprağa karışan yaprakların kokusunu duyabiliyorsunuz; ya da köhne evindeki yapış yapış nem kokusunu…

Barbara hastanenin çocuk kliniğinde çalışıyor ve bir yandan da Batı’ya kaçış için hazırlık yapıyor. Korkunun huzursuzluğuyla uyanık dikkati, davranışlarında gevşemeye yer bırakmasa da toplum cerrahları onu bir türlü rahat bırakmıyorlar. Bıkıp usanmadan ihaneti arıyorlar ve ihanetin mühürlü izlerini bulabilmek için kurbanlarının bedenine giriyorlar.

Filmin atmosferi her ne kadar bol ışıktan yoksun olsa da, inadına, gölgelere de düşürmüyor yolumuzu. Onca şiddete rağmen iradesini koruyabiliyor, sevgilisiyle birlikte yaratıcı haberleşme yöntemleri geliştirebiliyor Barbara. Yine de ıslahevinden kaçan küçük kızdan tutun da hasta-doktor ilişkilerinden, çarşı- pazar alış-verişlerine kadar insanların içine sinen korku elle tutulur, gözde görülür ölçüde gerçek.

Peki, filmin kahramanlarından Doktor Andre, Barbara’ya nasıl bu kadar yakın olabiliyor? Muhbirliğe karşı koyabilme gücünü nereden alıyor? Barbara hastanede bir ara Andre’ye hiç yurtdışına çıkmayı düşünüp düşünmediğini soruyor. Bunun üzerine Andre bakışlarını duvarda asılı, Rembrandt’ın ‘’Doktor Tulp’un Anatomi Dersi’’ reprodüksiyonuna kaydırıyor. Bu tablonun orijinalini görebilmek uğruna yurt dışına çıkmaya ‘’hayır’’ demeyeceğini söylüyor. Ve Andre,  masada yatan ölünün kim olduğundan başlayarak tabloyu anlatmaya girişiyor Barbara’ya. Bu arada, kamera bize,   otopsiye katılan yüzleri yakından izleme fırsatı veriyor. Şaşıran, meraklı, ilgili ya da ilgisiz yüzler. Andre tabloda yanlış bir şeyler var diyor ve sorarcasına Barbara’ya değiyor bakışları. Barbara otopsiye karından başlanmalıydı diyor, oysa sol el açılmış. Bir zaman sonra Andre, Rembrandt’ın resmini izleyenlerin sürüklendiği düşünceyi açıklıyor bize: ‘’doktorlardan yana değil kurbandan yana oluyoruz’’. Barbara’nın Andre’nin karşısında yükselttiği duvarları çatırdatan, nerede ve kime karşı olursa olsun her türden şiddeti ve aşağılanmayı dışlayan bir düşünce bu. Andre’ye kapılan Barbara’nın ona karşı hissettiği duygusal yakınlık, filme damgasını vuran cesaretini de ortaya çıkarıyor aslında.

Hepimiz daha iyi bir dünyada yaşama isteği duyuyoruz: Andre ile Barbara’nın kişilikleri, acılarını artıracağını bile bile yaptıkları seçimler daha iyi bir dünyaya nasıl da muhtaç olduğumuzu hatırlatıyor bize.

Hatice Beken

50% LikesVS
50% Dislikes

Leave a Reply