Doğduğum, büyüdüğüm kenti terk ettim.
Arkama bakmadan geride bıraktım.
Oysa aşıktım İstanbul’a ve benim gibi bu kente âşık bir gence.
Köşe bucak semtlerini, sokaklarını, olmadık yerde karşıma çıkan türbelerini, divan yolunda tarihin izini sürmenin heyecanını, denizini, yunusunu, vapurunu, martıları, taşını, sevmeyi onunla öğrendim.
Başımı döndürüyordu O ve İstanbul. Sokaklarda saatlerce dolaşıyor ve kenti birlikte solumanın tadına varıyorduk…
Bunlar benim vazgeçemediklerimdi…
Nasıl bıraktım güzel kentimi…
O gitti önce, vazgeçti İstanbul’un neferi olmaktan.
Gazeteciydi. Elinden geleni yapıyordu ancak bir şey elde edemeyeceğini kısa sürede anladı.
İstanbul o yıllardan çok önce tahrip edilmeye başlanmıştı. Sonunda İstanbul’u terk etti. Dünyanın başka bir yerinde, başka biri ile soluk almaya başladı…
Gitti, mücadeleden vazgeçti.
Kendimi yalnız ve yoksun hissediyordum.
Bir kış akşamı, kendi yazdığı ve benim için imzaladığı o otel olayını konu eden kitabını, onun gidişine öfkelenip, eski eşyalarla birlikte bir koli içinde tıkmıştım. Kitabı görmek bile canımı acıtıyordu. Maksut Efendi çöpleri atmaya gitti ve bana geri gelerek “Bu kitap sıkışmış kolinin tabanına, belki geri isteyebilirsiniz diye düşündüm” dedi.
Teşekkür edip çaresizce kitabı geri aldım, gözlerimden yaşlar boşaldı. Yeniden özenle kütüphaneme yerleştirdim.
Beni ben yapan anılarımı çöpe atamazdım. O gün bugündür, zaman zaman açıp benim için yazdığı satırlara göz gezdiriyorum.
***
“Deprem riski” gerekçisiyle de kültürel mirasımızın talanı devam etti. Bildiğimiz sokakları, konutları yıkmaya devam ettiler, güzelim kentim rantsal dönüşüme yem oldu.
Zamanında İmparator Konstantin, kentin güzelliğine yaraşır yapıtlar inşa etmiş. Fatih Sultan Mehmet’ in sahip çıktığı bu kültürel değerler, kıymet bilmeyen istilacıların elinde kaldı. Zaman içinde aidiyet, yurt bilinci olmayan, değer görmeden büyümüş ve değer vermeyi de bilmeyen kişiler tarafından İstanbul, acımadan katledildi. Güvenli konut yaratmak bahanesiyle kentimin ormanını, sokaklarını, sinemalarını, mahallelerini, birikimimizi, bizi biz yapan değerlerimizi bilincimizden kazıdılar. Neye dönüştüğü belirsiz, büyük kayıplar verdi dünyanın en güzel kenti. Bugün herkes hala vurgun ile meşgul. Hoyratça ne olduğunu bilmediğimiz bir yere doğru evriliyoruz.
Sokaklarını, insanını tanımıyorum, büyüdüğüm çarşıda selam verecek tek bir kişi bulamıyorum. Köşede duran, görme engelli bağlama çalan genç dışında. Hala aynı yerde çalıyor, değişimi göremeyen bir tek o kaldı. Geçtikçe kutusuna biraz para atıyorum. Her şey aynı sanıyor.
Esnaf birer ikişer gitti. Esintili, koca çınarlı, demleme çay içebildiğimiz tek olan bahçe, yerini otoparka bıraktı. Arabalara daha da yer açılması için ağaçları kestiler. Fazladan araç alabilmesi için bahçenin ortasına asansör sistemi koydular. Kesilen ağaçlar için belediyeye şikâyet dilekçesi yazdım ancak bu ağaçların kişisel arazide olmasından dolayı bir şey yapamayacaklarını söylediler. Oysa onlar, yıllardır yaşadığım yerde bizimle birlikte soluyan ağaçlardı. Rüzgârda zarifçe salınıyor ve hışırtısıyla benzersiz bir müzik dinletiyordu bize. Yazın sıcağında sığındığımız yerdi. Yasını tutuyorum hala.
Tek ihtiyacımız her adımda bir açılan ithal kahveymiş gibi her yerde kahve dükkânı var artık. Kokular bile değişti. Midye tava, tereyağlı simit, sıcak süt kokmuyor sokak araları. Kafelerin, lokantaların, dükkanların içinden yayılan yapay kokular yayılıyor sokaklara. Lüksü çağrıştıran, abartılı şekilde keskin, yaşadığın yere ait olmayan başka hayatların kokuları. Burası benim doğduğum, büyüdüğüm semt değil, bana ait olmayan bir yere dönüştü. Maç öncesi ve sonrası toplandığımız, özel günleri kutladığımız, hepimizin uğrak yeri olan mekân da kapanmış. Yerine bir kahve dükkânı daha açılmış. Nasıl bir kuyruk var önünde görmek lâzım. İnsanlar içecek almak için birbirini ezecek neredeyse. Neden kimse sormuyor ve itiraz etmiyor? Kimse nerede bizim mekânımız, nerede bizim belleğimiz, demiyor.
Saatime pil taktırmak için çarşıda uzun süre turlamak zorunda kaldım. Saatçiye, onu çok zor bulduğumu söyledim. Ne kadar burada kalmaya dayanabileceklerini sorduğumda karşısına yeni açılan baloncuklu çay dükkanına bakıp iç geçirerek “En fazla belki birkaç ay daha” dedi. Demleme çay yok ama baloncuklu çay var artık.
Yeniliğe karşı değilim. Ancak hafızayı silerek, eskiyle bağlarını yok ederek “yeniyi tercih etmek”, canımı acıtıyor doğrusu. Çocukken tahta çakılmış pencereleri arasından merakla gözetlerdim, Rum yetimhanesinin avlusunu. Büyük bir dut ağacı vardı. Mevsiminde bahçesine sızar, yemeye doyamazdık. Yandaki evde oturan Leyla Teyze, dutları toplar ve dut şurubu yapardı. Ağzımızda yara çıktığında ya da boğazımız şişince bu şuruptan verirdi annem, ilaç nedir bilmezdik.
Kırk yıl sonra, orası da ünlü kahve zinciri dükkanlarından biri olmuş. O şifalı dut ağacı ne oldu bilmek istemiyorum.
Değişim kaçınılmaz. Ancak kahve satmaktan başka yaratıcı bir düşünce neden bulunamıyor? Her şey kapitalizme hizmet ediyor.
Öyle güzel bir binada yapılabilecekler için ilk akla gelen neden kahve satmak olsun? Neden sadece tüketmeye yönelik her düşünce?
Yanı başındaki kitapçı ise direnmenin yolunu anahtarlık ve kırtasiye ürünleri satarak bulmuş şimdilik. Ancak onun da sonu yakındır.
***
Aslında yolun başından çıngırağının sesini duyar gibi olduğum, yoğurtçu amcayı anlatmaktı niyetim. Kitabımı okurken onun çıngırağının sesini duydum sanki. Balkona çıkıp baktım, gözlerim aradı.
Sanırım, eskiden onun dolandığı İstanbul’u, “benim kentimi” düşlemek istedim. Özlemle kendimi hayal alemine sürüklenmiş buluverdim.
Birden küçüklüğüme dönüverdim. Yoğurtçu İdris amca karşımdaydı.
Yaz-kış giydiği gri ceketi yine üstündeydi. O zaman bana çok heybetli gelen gövdesiyle yoğurt kaplarını dengeli şekilde bir sopanın ucunda, omuzlarında taşırdı.
Ne güçlüydü ne becerikliydi İdris Amca…
Bir elinde çıngırağı diğer elinde tartısı, Yunan tanrısı, yeniçeri karışımı heybetli bir masal kahramanı gibi görünürdü gözüme. Annemin yoğurt satın almasını ise tören gibi izlerdim. Saçları örgülü küçücük bir kızdım.
Semtimin sokaklarında henüz o dönemde nesli tükenmemiş çıngıraklı bir yoğurtçuydu. Taş gibi yoğurdunu, annemin getirdiği kabın içine dilim dilim keserek koyar ve tartardı. Yemeye doyamazdım.
Onu gördüm yıllar sonra yürürken kaldırımda. Çıngırağı, tartısı artık yoktu. Hiç de hayallerimdeki gibi heybetli bir cüssesi de yokmuş meğer. Aksine, karşımda duran, bir deri bir kemik kupkuru bedeni, beyazlamış saçlarıyla, ekmek parasını çıkarma derdinden omuzları öne doğru çökük biriydi.
Beni görünce hemen tanıdı. “Sen o sarı saçlı kızsın.”, “Büyümüş, kocaman kadın olmuşsun.”, “Vay, demek öğretmen oldun.”. Gözlerinden beklemediğim ışıltılar saçıldı. Vakur bir edayla “Yoğurtlarım beslemiş seni.” dedi.
Ardından gülümseyerek baktım. Düşük omuzları dikleşmişti sanki. Gri, soluk tenine renk gelmiş gibiydi.
Bir daha hiç görmedim onu. O da gitti bu kentten sanırım.
Neyse ki İstanbul sokaklarından çıngırağıyla bir yoğurtçunun geçtiğini biliyorum. Bu yoğurtçu ne yapar, şimdi ne kazanır? O enfes yoğurdun tadını kim hatırlar?
Bir yoğurtçunun hayalini görmek gündüz gözüyle, İstanbul’a ağıt yakmak gibi…
Sahipsiz kalmış bir kentte silik anılar…
Leave a Reply