“
Kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin
“
Nazım Hikmet, Otobiyografi’den…
Kırmızının en aşırı tonunu dudaklarına sürüp, tek parça kısa siyah bir elbise eşliğinde apartman topuklarını giydiği kadınla o akşamın böyle biteceğini bilmiyordu adam. Aşırıya kaçılmış dekolte ve apartman topukları görünce eskiden kadına söylediği şeyler geldi aklına. Adam yine böyle akşamların birinde “Giyim konusunda takıntılı değilim ama sen giyinmeni yaşadığın toplumdan intikam almaya çalışarak yaşıyorsan, bu bir sorun ve senin kendinle sorunun.” demişti. Yine terapist modunun tuttuğu, sorulmayan soruların önceden gereksizce verildiği akşamlardan birinde.
Yemekler önlerine geldiği anda bile aralarında bir soğukluk yoktu. Yine birbirleriyle şakalaşıyor; farklı birçok konuda konuşuyorlardı. Şakalaşmalar sürerken birden apartman topuklu kadının konuşmak istediği konuya geldi sıra. Adam ağzına günde iki yüz üç yüz gram düzenli yediği etlerden birini daha attığında hayatı boyunca unutmayacağı şu sözleri işitti:
“Terapistim bana dedi ki; eğer ilişkide beklentilerin karşılanmıyorsa, bu önemli bir sorun ve ayrılmanız en doğrusu olur. Ama ayrılırsam seni üzmek istemiyorum, ama devam edersem de ben üzüleceğim.”
Birden adamın bacaklarından kuvvetli bir titreme hissi boğazına doğru çıktı, bedeni baştan aşağı titredi ve boğazı acıyla düğümlendi. Milyonlarca düşünce aynı anda beynine hücum ederken soluğu bir bıçak gibi kesildi ve sonraları aylarca yüreğinin üstünde yaşayacağı o büyük kalp ağrısı, orada ilk kez şişman bir kuş gibi kalbinin üzerine oturdu.
“Vay kaltak, biz sana kızı iyileştir diye gönderdik, sen benden ayırdın.” gibi bir cümle belirdi adamın aklında. O saniyenin binde biri zaman diliminde birçok geçmiş ayrılık sahnesi adamın zihninden geçiverdi.
İşte geliyor bir tanesi daha dedi ve o anlarda düşlere daldı…
Eski efsaneleşmiş ayrılık anları daha ağzını bile açmadan zihninde dolaşmaya başlamıştı artık.
(…)
Babasını boş bir odada bir çekyat üzerinde, arkasında tek bir portmanto ve yanında rakı şişesiyle ağlarken bırakıp, bomboş bir evden çıkan bir küçük çocuğu gördü tekrar. Annesi elinden tutup odanın dışarısına çekiştirmişti çocuğu, hadi gidiyoruz diye öfkeyle. Çocuk büyük bir şok içinde çekyatta ağlayan ve sol eli kafasında sigarayı ağlamaktan zor tutan babasına bakarken. Sigaranın birikmiş külleri kafasının yanından yere dökülürken, annesiyle çocuğu bildikleri hayattan tamamen koparıp bambaşka bir hayata götürecek, geçmişi şu andan şu anı da gelecekten ayıracak o otobüs sitenin bahçesine yanaşmıştı bile. Babası, belki de tutkularının peşinden gitmenin pişmanlığı, kurulu düzeni bozmanın verdiği suçluluk duygusu ile çocuklarından ayrı kalmanın vereceği acıdan mıdır bilinmez, bu kararı veren kişi olmasına rağmen otobüs kapısına yaslanıp ağlamaya devam ediyordu. Bu esnada otobüsün tekerleri onları sonsuza kadar birbirlerinden ayıracak devinimine başladı. Çocuk, şok halinde otobüs camından rol modelinin yanaklarına düşen yaşları gördü. Tekerlerin devinimiyle rol modeli önce sağ tarafında göründü, sonra sağ arka tarafına düştü ve sonra da hayatındaki varlığı gibi arkalarda kaldı.
Yıllar sonra ilk kez kız arkadaşı olduğunda ona bu sahneyi hatırlatarak sadakatin onun için ne kadar önemli olduğunu, sadakatsizliğin sonuçlarının ne olduğunu kendi yaşamından örneklerle anlatarak büyük bir saflıkla ona şöyle dedi: “Bir gün gönlün başkasına düşerse bana bunu önceden söyle lütfen.” Bu konuşmadan üç yıl sonra bir sonbahar günü, kız arkadaşını başka bir adamla yakalayan adam bu konuşmayı hatırlatıp “Şimdi ben kendimi nasıl hissetmeliyim?” diye sorduğunda, “Bana ne, ne hissedersen et!” diye ona bağırılması hafızasına kazındı. Kadınlar hakkındaki ilk temel dersi işte orada, bir sonbahar akşamında yine başka bir otobüsün bu sefer dışında, yüzüne otomatik kapı kapanırken kulağında çınlayan bu bağırtı ile almıştı. Kadınlar için ilişkide dün yoktu, ve eğer kadın başka birini severse size fırtınadaki deniz gibi köpüklerini göstermekten çekinmeyecekti.
(…)
Tanrı kompleksi ya da her zaman olduğu gibi kendisini özel sanma yanılgısından mıdır nedir bilinmez, kendisi için sevgilisini terk eden başka bir kadına yıllar sonra yine büyük bir saflıkla bağlanmıştı. Bu bağlılığın güveniyle askere gidip, askerden gelişine on gün kala tam da artık zor günler bitti derken, “O evlenmeyi teklif etti, ben de kabul ettim.” lafı ve arkasında hıçkırıklara boğulan bir kadının sesi kulağına çalındı ankesörlü telefonda. Arkasında sevdikleriyle görüşmek için sırada olan onlarca asker ve telefonda sadece kalan kredisinin teker teker eridiğini söyleyen sinyal sesleri arasında, bir ankesörün başında tekrar donakaldı. İki insan, iki dakika boyunca sessizlik ve hıçkırık sesleriyle birbirinin hayatından koparken, saf asker artık üzerine çarpı atmayı bıraktığı şafak defterinin üzerine aldığı başka bir dersin notunu düştü: Başkasını sizin için terk eden, sizi de başkası için terk eder.
(…)
Yıllar sonra bir apartman dairesinde kahvaltı ederken, bir yıldır süregiden ve finansal durumunun ötesinde yaşayan kız arkadaşına ilişkide ilk kez doğum günü vesilesiyle bir konuda hayır demesi geldi aklına. “Sen, varlıklı arkadaşlarınla aynı sınıfta gibi yaşamak için finansal gerçeğinin ötesinde yaşıyorsun ve bunu devam ettirmek için sürekli ailenden para alıyorsun. Bak, ben sana bu konuda bir kez hayır dedim ve sorun yaşadık. Benle evliyken aileden para almanı ben kabul edemem. Yarın biz evlendiğimizde senin ayağın yere basacak ve onlarla aynı hayatı yaşayamayacaksın. Muhtemelen bu yüzden mutsuz olacaksın ve bundan dolayı evliliğimizi ve dolayısıyla beni suçlayacaksın. Eğer böyle olacaksa işler ciddi bir noktaya evrilmeden ayrılmak daha doğru olacak gibi.” deyiverdi kahvaltı sofrasında.
Üzerine hiç şiir yazmadığı ama hep beğendiği ela gözleri sanki uzun süren bir uykudan uyanmış biri gibi birden büyüdü. Adam, yine kendini çok önemli biri sandığı yanılgısıyla “Öyle şey olur mu?” diye bir giriş beklerken, ela gözlü kadın sanki dünyanın sırrını bulmuş gibi bir farkındalıkla ona “Evet, sen haklısın galiba, ben mutsuz olurum.” dedi ve serpme kahvaltı saygılı bir veda ile sonuçlandı. Mis gibi köy yumurtasının yarısı adamın ağzında kaldı ve aynı günün akşamı kalp krizi geçirdiğini düşünerek acil servise serum yemeye gitti.
Serum bitince de en yakın arkadaşımın nikahına, nikah şahidi olarak…
Yüreğinde yine oturan bir öküzle güldü, oynadı, halay bile çekti ama eve gelince bir şişe viskiyi büyük bir acıyla devirip kafasına bol bourbon aromalı şu notu düşerek yatağında sızdı: Para bitti, kız gitti.
(…)
Sonra bir bankanın önünde bir iş çıkışında başka bir kadının önünde buldu kendini. En güzel şiirlerini yazdığı, peşinde onurunu hiçe sayarak koştuğu kadının hüzünlü bakışları göründü gözüne. “Seni çok seviyorum ama aileme karşı gelemem çünkü ben güçsüzüm.” diyerek ona sarılıp ağlayarak gidişine baktı. Başka biriyle evlenmeye gidiyordu, çünkü o parasızdı, ailesine uygun değildi. O gece bu ülkeden gitmeye karar verdi. Gitmeden bir ay önce aldığı kontratı masaya serip, benimle gel dediğinde duyduğu mazeretler karşısında öğrenmesi yıllarını alacak büyük bir manipülasyonun parçası, aslında yedekte tutulmuş iyi bir aday olduğunu anlaması uzun sürmedi. Aklına tek bir tencere ve yorgan ile babasının peşinden giden annesi, arkadaşlarının zorlu şartlarda kurduğu yuvalar geldi ve “Peh!” deyiverdi, çok sevdiğini iddia ettiği kadının yüzüne bakarak içinden. Bir başka not ülkeden ayrılacağı uçak biletinin arkasında yazılmıştı havalimanında: Kadınlar sevdiği erkekler için fırsatlar, sevmedikleri için engeller yaratır.
(…)
Eti ağzına atıp, yuttuktan sonra kalbi kırılmış bir adam, incinmiş bir sevgili gibi değil de egosunun marifetiyle yine bir terapist gibi konuşmaya başladı. Apartman topuk ağlamaya başlamıştı bile:
“Ağlama, eğer bu ilişki senin beklentilerini karşılamıyorsa yapacak bir şey yok demektir. Ayrılacağız o zaman. Ama ben senin beklentini anlattığın kadarıyla biliyorum, bir binadayız ve sen bana sen alt katlardasın diyorsun, ben yedinci katta olduğumu biliyorum ama sen otuz beşinci katta mısın sekizinci katta mısın, onu bilmiyorum. Benim anladığım, sen kendi kültüründen birini istiyorsun, öyle biri ki hem kültürel olarak sana uysun hem de şimdiki yaşayış tarzına anlayış göstersin. Sen ikinciyi seçtiğin için ben bu masada oturuyorum, şimdi sen ikisini birden istiyorsan, o ben değilim!” dedi.
Gözyaşlarını elleriyle sildi, hatta ondan sonraki birkaç dakika sanki hiçbir şey yok gibi sohbet de ettiler. Adam giyotinle kafası aniden koparılmış birinin yaşadığı bir şokla ama hiçbir şey yokmuş gibi yaparak devam etti. Buraya kadar şoktu, aniydi, saatte iki yüz kilometre ile giden bir arabanın tüm bedenine çarpması gibiydi, hepsinin nedenlerini anladı ama o gecenin sonrasını bir süre anlayamadı.
Neden eve beraber geldiler onu anlayamadı. Balkonda apartman topuk uzun uzun ağlarken o içeride içki üstüne içki içti. Yanına balkona gitmek bile içinden gelmedi. Sadıkların en sadığı Himmler, dostların en dostu Brütüs, hayatının en zor dönemlerinden birinde onun için yaptığı birçok şeyin ardından ilk kez ona ihtiyacı olan bir dönemde çekip gidiyordu. “Ah evet, kadınlar için dün yoktur, doğru ya, hatırladım.” dedi kendi kendine ve single malt duble viskiyi bir dikişte içti. Hızla ikinci duble viskiyi bardağına titreyen ellerle koyarken en sevdiği filmlerden birindeki o repliği hatırlayarak kahkaha attı kendi kendine: “Biz kimiz ki insan kurtarıyoruz.”
Giderken neden hiçbir şey yok gibi sarıldılar, onu da anlayamadı. Nankörlüğün zift aromalı hissi kalbinden aşağı döküldü. Gözdeki üç yıllık perde kalktı. Kalkan perdeden bencilliğin, kandırmanın, kullanmanın en onur kırıcı tiksinti veren görüntüsü, altmış beş yaşındaki bir fahişenin yara bere içindeki buruş buruş vücudu gibi belirdi gözünde. Sarıldıktan sonra dönüp selam vermesine fırsat vermeden kapıyı suratına kapıyı kapattı ve aylarca yapacağı gibi boş bir evde geçmişin hatıraları beynine üşüşürken sessizliği uzun uzun dinledi. Sabah kahvaltısını yarım şişe cin soda ile geçtikten sonra öğlene doğru evin salonundaki koltukta kendi kendine mırıldanarak sızdı: “Biz kimiz ki insan kurtarıyoruz!”
Adam ertesi gün uyandığında çok rahattı. Zaten gideceği bir tatil, göreceği bir mezar ve gerçek sorunları olan insanlar vardı. Sonraları çok alışacağı ama çok da memnun olmayacağı büyük bir zaman çıkmıştı kendisine. Evet, çok rahattı.
Ülkesine gider gitmez bu yas sürecinin başlangıç fişeğini ateşleyen, aniden göçüp giden manevi abisinin mezarını gördü. Ağlayan eşinin yanında, göz yaşları içine akan, şoktan kaskatı olmuş bir duvar oldu. Nikah şahitliğini yaptığı en yakın arkadaşıyla bir hastanenin onkoloji kliniğinde buluştu. Kemoterapi öncesi kan veriliyormuş, hiçbir şey yok gibi havadan sudan onunla konuştu. Yengesinin rahatsızlığının getirdiği ağır havayı dağıtmak için abisiyle konuştu, annesiyle konuştu, yeğeniyle ilgilendi. Hiç kimseye tek kelime etmedi. Gerçek dertleri olan insanların canını bununla sıkmak istemedi. Nefes almakta zorlanarak, yüreğindeki öküzle beraber aralık ayı ortasında kimsenin olmadığı Akdeniz kasabasındaki evine gitti. Evin emlak borcunu ödedi, bir sonraki yaz apartman topuğun gelince okurum dediği kitapları kütüphanesinden büyük bir öfkeyle attı. Onun beslemeyi çok sevdiği kedilere mama aldı, kimsenin olmadığı sitede sevdiği kedileri besledi, onları beslerken bir yandan da ağladı.
İkinci gün birden yağmur başladı, elektrikler kesildi. Kapkaranlık soğuk bir evde gözleri bahçede dans eden bir kız çocuğunu aradı, cin şişesi bir saat geçmeden yarılandı. Ertesi gün kimsenin olmadığı plajda dolaştı, üst üste bir sonraki sezon için hazırlanmış ve kaldırılmış şezlongların yanında kendisi gibi yalnız, terkedilmiş bir kumsala baktı. Eve dönüşte marketten “Aman, boş ver.” diyerek bir yıldır bıraktığı sigara paketini tekrar cebine attı. Eve ailesi geldiğinde iyi bulsun diyerek alışveriş yaptı. Masa örtüleri aldı, güzel koksun diye kokular koydu ve bir daha bu eve nasıl gireceğim acaba diyerek kapıyı kapattı.
Geri dönüş günü geldiğinde fırtınalı bir gün karşıladı onu. Adam hiç büyük hayranı değildir böyle uçak işlerinin. Abisi, “Bu havada uçuş olur mu ya, uçuş iptal olursa söyle, ben seni geri alayım.” Dedi. Aslında bu onun “Korkuyorsan gitme.” deme şekliydi. Pasaport sınırına gelmeden bir saat havalimanında volta attı. Fırtınanın sesini duydu, yağmurun sağanağını gördü.
Ve hayatında ilk kez belki şansım yaver gider de ölürüm diye uçağa hevesle yürüdü.
Bu çöl şehrine yeniden indiğinde yine gelişine anlam yükledi. Özel olduğunu düşünme hastalığı geçmemişti demek ki. Ondan haftalarca bir haber bir mesaj bekledi. Gelmeyince ona küfür dolu mektuplar yazıp parçaladı. Bıraktığı eşyaları önce bir dolaba kaldırdı, sonra hepsini attı. Eskiden beraber gidilen yerlere bazen yolu düştüyse de içeride pek uzun süre kalamadı. Bir gün bu şehirde onunla göz göze gelebilirse ne yapacağını bilemediği kaygısıyla haftalarca dışarda güneş gözlüğü ile dolaştı. Falcılara fallar açtırdı, beğenmediklerine inanmadı, acısı dinsin diye dualar etti, bolca yazı yazdı, şiirler karaladı, şarkılar bile yaptı.
Gözü her daim dolaptaki içki şişelerini keserken, alışkın olduğu bu süreçte bu sefer alkol denizinin içinde boğulmadı. Bir dedektif gibi, bir gazeteci gibi kendinin ve geçmişte yaşanan ayrılıkların peşine düştü. Alkol denizi yerine makaleler, yazılar ve kitaplar içinde kendini boğdu.
(…)
Adamın kitaplara boğulduğu günün sabahlarından birinde birkaç saatlik kuş uçuşu uzakta bir kadın elinde bir kâğıt parçasıyla yeni taşındığı evin kapısını ağır bir nefesle kapattı. Elindeki kâğıdı evin içine gelişigüzel yerleştirilmiş ağzı bantla kaplı kahverengi kolilerden birinin üzerine bırakırken, avucundaki anahtarı bir taş gibi sıkıyordu. Evin kendisi, salona yerleştirilmiş eşyalar, kahverengi solgun yüzlü koliler, avucunda bir taş gibi sıktığı anahtar, her şey ona yabancıydı. Evin krem rengi duvarları, yeni boyanmış duvarların, seramik taşların yalnızlık kadar rahatsız edici soğuğu, onu sanki soru işaretleriyle döşenmiş bu evin içinde boğmaya başladı.
Boğazını rahatsız eden o keskin boya kokusu ve üzerine bir fil ağırlığında çöken pis, ağır, kokusuz ve balgam gibi yapışkan o kötü hissi dağıtmak için bir pencere açtı. Derin bir sessizliği yırtan bir sesle, hep o nefret ettiği jilet gibi kesen bir soğuk hava, oturduğu salona dolmaya başladı. Yeni evinin penceresinden üzerinden hiçbir aracın geçmediği o geniş otoyola, arkasında yükselen yalnız bir dağa ve onu çevreleyen kendisinin de yaşadığı ev gibi birbirine benzer çirkin gri toplu mezarlara baktı. Cahillik, yobazlık, içten pazarlılık, iki yüzlülük içinde kıvranan bozkır ortasındaki bu şehirden ne kadar nefret ettiğini tekrar anımsadı. Zaten bu şehre yıllar önce yine bunaldığı başka bir şehirden kendi ailesi, yeni bir ev yuva için gelmemiş miydi? Şimdi onların da yanında olmadığı bu yeni evde ne yapacaktı peki? Bu tahammül edemediği şehirde şimdi ne yapacaktı? Açık pencere önünden yüreğinde bir yumru ile yeni salonuna baktı. Koltuğu ona ait değildi. Mobilyalar ona ait değildi. Televizyon ona ait değildi. Bu koliler içindeki eşyalar, en sevdiği bornozu, buzdolabına yapıştırılacak ve hepsi başka bir anının cansız şahitleri olan magnetler ona ait değildi. O buraya ait değildi. Koliler arasından yürüyüp az önce kolilerden birinin üzerine rastgele bıraktığı o kâğıda baktı. Açık pencereden gelen soğukla karışan, o insanı diri diri bir büyük yılan gibi yutan sessizliğin ortasında, göğsündeki yumru, gözlerinde parçalı bulutlara dönüştü. Büyük irice yağmur taneleri tam kâğıdın başındaki “Aile Mahkemesi” yazısının üzerine düştü.
Düşünceleri beyninin içinde bir girdap gibi dönerken, eski anılar su yüzüne çıkıyordu. “Başaramadım,” diye düşündü. “Onca yıl, onca emek, hepsi boşa mıydı?” Kendi hatalarını, yanlış adımlarını didik didik ediyordu zihni. “Belki daha sabırlı olmalıydım… Belki daha az alttan almalıydım, daha çok hayır demeliydim… Kendi istediklerimin peşinden belki daha çok gitmeye cesaret etmeliydim.” Kendini suçladıkça, zihninde yankılanan bu sesler iyice yükleniyor, nefesini kesiyordu.
“Ama ben çırpındım. Yıllarca kurtarmak için çok çabaladım.” diye mırıldandı boş bir evin içinde. Zihninde yarattığı mahkeme salonunda kendini sanık sandalyesine kendisi oturtmuş; eşi, ailesi, çocuğu ve koca bir toplumun onun da defalarca kendine sorduğu sorulara cevap verirken bulmuştu kendini. Ağır ağır günün battığı bu yeni evin giderek karanlıklaşan salonunda.
“Evet sanık huzura alındı, kimlik bilgileri kendisine okundu. Sanık, kimlik bilgilerinin kendine ait olduğunu teyit etti. Savcılık makamı burada, sanık hazır. Şimdi ilk sözü iddia makamına veriyorum” dedi hâkim.
Savcılık söz aldı: “Sayın Hâkim, şu an karşınızda oturan kadın bencilliği ile uzun yıllar devam eden bir yuvayı yıkma kararı vermiş, kendi isteklerini yuvasının ve çocuğunun geleceğinin önünde tutmuştur. Müvekkilim, evlilikleri boyunca kendisine ve ailesine sürekli bağlı kalmış, hiçbir fiziki ve psikolojik şiddet uygulamamış, aksine hep iyi davranmış, ne istediyse yapmıştır. Bu söylediğimiz, dosyadaki otuz altı ayrı şahidin yeminli ifadesiyle de sabittir. Sanık, kendisinin evlilik içinde duyulmaması, sorunlarının dinlenilmemesi, önemsenmemesi gibi ipe sapa gelmez, her evlilikte olabilecek nedenlerden ötürü büyük bir bencillik örneği göstererek yuvasını yıkmış, çocuğunun geleceğini umursamamıştır. Neden duyulmamak önemli olsun ki sayın hâkim, sayın dinleyiciler, sorarım size? Hangimiz evliliklerimiz boyunca aşk filmi çekiyoruz? Hangimiz sürekli bir konuşma, birbirimizi dinleme, beraber vakit geçirme peşinde koşuyoruz? Bizim toplumumuzda hele ki bir kadının anne olmasından sonra kendisine kötü davranmayan, aksine iyi muamele eden, çocuğunun ve ailesinin ihtiyacını karşılayan bir erkekten daha başka ne gibi bir ihtiyacı olabilir ki! Kendisi verdiği yeminli ifadesinde hala bu ülkede kalmasının sadece çocuğu için olduğunu söylemiş, çocuğu olmasa bu ülkede bir saniye bile kalmak istemediğini ifade ederek bencilliğin sınırlarını zorlayan bir tutum göstermiştir. Bu da zaten sanığın nasıl bir ruh hali içinde olduğunun ve işlediği büyük günahın en büyük delidir.”
Savcı, ağzından köpükler saçarak ve kürsüden sert bir şekilde onun gözüne uzatılan işaret parmağını bir kılıç gibi sallarken, yakınındaki en yakın arkadaşlarından birinin onun eteğini çektiğini fark etti. Arkadaşı fısıltıyla ona “Ne yaptın? Vazgeç ve af dile. Hem bizim buraları bilmiyor musun? Dul ve çocuklu bir kadın olarak buralarda nasıl yaşayacaksın? Evlenmeden önceki günlerini unuttun mu? Üzerimizde, okulda, iş yerinde, sokakta, otobüste gezen aç erkek bakışlarını? Biraz da bunlardan kurtulmak, annemizin dırdırından, evde kaldın laflarından kaçmak için evlenmedik mi? Senin kocan iyi bir koca, ayrıldıktan sonraki halini düşün? Sen artık dul bir kadınsın ve o aç bakışlar bir bala üşüşen kara sinekler gibi iyice senin üzerine üşüşecek. Artık seni koruyan da olmayacak, vazgeç ve hâkimden af dile!”
Dili susmuş, sessizlik boğazına bir düğüm gibi çökmüş bir şekilde kimseye cevap bile veremezken savcının şu sözünü duydu: “… işte bu sebeplerden sanığın ceza kanunun ilgili maddesi uyarınca idamını…”
İdam kelimesiyle tüm vücudu titrerken, birden derin bir haykırışla “Hayır!” diyerek yerinden kalktı. Elinde mahkeme kağıdı, kolinin kenarında ağlarken uyuyakalmıştı. Camdan gelen soğuk hava, üzerinde bir cellat gibi gezinmiş ve onu uyandırmıştı.
Kapkaranlık bir salonun ortasında; çaresizliğine, bugününe, geleceğine ağladı. Hiçbir zaman kendi isteklerinin peşinden gitme cesareti olmamasına, hayatının tek anlamı olan çocuğuna, belki de kaderine ağladı. Yeni evinin karanlık odasında, koltuk üzerinde, ağlamaktan yorgun düşene kadar ağladı.
(…)
Aylar sonra bir gün “Kadın Psikolojisini Anlamak” adlı bir kitabı arka fonda fıçı bir bira ve kitabın üzerine konmuş bir Xanax* kutusu görselini, “Şimdi okumaya hazırım.” diye sosyal medyadan etiketiyle paylaşan eski bir arkadaşının hikayesinde gördü ve belki onca zamandır hiç kullanmadığı gülümsemesini bu hikayeye gönderdi.
Adam, sebebini sonradan anlayacağı, öylesine sorulmuş bir soruyla yanıtladı gülümseyişi:
“Nasılsın her şey yolunda umarım?” diye sordu.
“Zor bir süreçten geçtim.” dedi kadın.
Adam “Ben de.” diye cevapladı. Hikayesi sorulmadan adam anlatmaya başladı.
İki insan, gerilerinde bina enkazlarının olduğu, terkedilmiş bir şehirden sağ çıkan iki sağ kalan olarak birbirlerini duymaya başladı.
Uzakta mavilikler üzerinde bir kuş sürüsü usulca süzüldü.
*Kaygı, panik duygularını kontrol altına almakta kullanılan etken maddesi Alprazolam olan sakinleştirici ilaç.
Okuma Sırasında Tavsiye Edilen Şarkı: GA+I, “Karanlıkta Saklı Rüya”
Söz ve Düzenleme: Gökhan Akkaynak
Müzik ve Vokal: Suno AI
Bir Dost
Gerçekten derin ve etkileyici bir hikaye. Özellikle karakterin içsel hesaplaşmalarını ve kaybettiği ilişkide hissettiği duygusal gelgitleri çok başarılı bir şekilde aktarmışsınız. Zencefil ve limon metaforları, hikayeye ayrı bir sıcaklık ve özgünlük katıyor.
GA
Cok tesekkur ederim degerli yorumunuz icin. Uzun ve zor bir hikaye yazimi oldu benim icin. Sevgiler GA