Yeşil Mavi

M. Cem Özmen, Okur-Yazar

İyi Yaşama Sorumluluğu

Yazının başlığını, Engin Geçtan’ın İnsan Olmak* adlı kitabından aldım. Bu kitapta Yazar, esas olarak insan olmanın ne anlama geldiği konusunu tartışıyor. Ayrıca amacının insanın hayatındaki bilinmeyenlerin sayısını azaltmaya ve böylece kendini gerçekleştirmesine katkıda bulunmaya çalışmak olduğunu ifade ediyor. Tabii işin içine “insan”, “iyi yaşam”, “sorumluluk” gibi kavramlar girince tartışma, ister istemez felsefi bir zemine kaymış oluyor. Dolayısıyla “İyi nedir?”, “İyi yaşam ne demektir?”, “Kendini gerçekleştirme ne anlama gelir?” vb. birçok soru gündeme geliyor.

İnsan ve sorumluluk deyince aklımıza genellikle insanın aileye, çevreye, topluma, devlete, şirkete vd. yapılara karşı sorumlulukları geliyor. Yani insan, doğumuyla birlikte sürekli birtakım yerlere karşı görevlerini yerine getirmekle geçiriyor hayatını. Belki bu görev ve sorumlulukların çokluğundan belki de başka (toplumsal, kültürel, siyasal vd.) nedenlerden dolayı insanın kendine karşı olan sorumlulukları çok akla gelmiyor. En yakınımızda ve her zaman elimizin altında olduğu için kendimizi ve kendimize karşı sorumluluklarımızı çoğunlukla pek önemsemiyoruz sanki.

Geleneksel toplumlarda insanlar daha çok diğer insanların (aile, toplum, devlet, patron vd.) beklentilerini karşılamak için çaba harcıyorlardı. Modern toplumlarla beraber yavaş yavaş insanlar özlerine dönmeye başladılar ve kendi iç dünyası doğrultusunda yaşamalarına yönelik bir bilinçlenme başladı.

Yine eski toplumlarda insanların yalnızca yaşamını sürdürüyor olması belki bir ölçüde yeterli olabiliyorken artık bunun yanında “iyi yaşama sorumluluğu” konusunda da belli bir aydınlanma sürecinin yaşandığından bahsedebiliriz.

Peki “iyi yaşam” ya da “iyi yaşama sorumluluğu” derken nelerden bahsediyoruz? Girişte de ifade ettiğim gibi bu kavramların son derece tartışmaya açık ve felsefi anlamlara sahip olduklarının farkındayım. Ancak en azından bu yazı çerçevesinde konuyu sınırlandırmak amacıyla bu kavramları daha somut ve gündelik anlamlarıyla kullanmaya çalışacağım.

“İyi yaşam” derken en genel anlamıyla insanı mutlu eden, insanın varoluşundan memnuniyet duyduğu ve kendini gerçekleştirebildiği bir durumdan bahsediyorum. Doğaldır ki bu tanım çerçevesinde bir insanın iyi yaşayabilmesi için içinde yaşadığı ülke, toplum, ekonomi, sosyal/kültürel/siyasal ortam vd. çok belirleyicidir. Tüm bu etkenleri yok sayarak bir insanın iyi yaşama sorumluluğu olduğunu iddia etmek çoğu insana haksızlık gibi gelebilir. Ancak yine de bu yazı çerçevesinde insanın iyi yaşama sorumluluğunu olabildiğince dışsal koşullardan soyutlayıp çoğunlukla içsel dünyası çerçevesinde tartışmaya çalışacağım.

Kendini gerçekleştirme

Her insan, özgürlük ve bağımlılık ya da kendi yaşamına yön verme ve kurallara boyun eğme ikilemleriyle birlikte yaşar. Bu çelişki, aslında doğumla birlikte başlar. Tümüyle bir insana bağlı bir durumdan kopup bağımsız bir varlık olmayı ve kendi eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmeyi gerektiren bir yaşama geçişi temsil eder.

Kendini gerçekleştirmeyi, insanın bu ikilem içerisinde herhangi bir baskı hissetmeden içsel sesini duyarak yaşaması, bu çerçevede yapmak istediklerini gerçekleştirmesi, potansiyelini hayata geçirmesi olarak tanımlayabiliriz. Bunun için insanın dışsal baskılardan kurtulmuş olması kadar duygusal ve düşünsel olarak çeşitli kalıplardan, ezberlerden, önyargılardan da arınmış olması büyük önem taşır.

Her insan toplum içinde yaşadığı için kendini gerçekleştirmesinin önündeki en temel engel, genellikle toplumsal yapıyla arasında yaşadığı çelişkiler oluyor. İnsanın bireyselleşme çabaları ile toplumsal kurallar arasında bir uzlaşmanın ve dengenin sağlanması gerekir. İşte insanın kendisine karşı görevi, bir anlamda bu kutuplaşmaya karşı bir çözüm üretmektir diyebiliriz. Bu dengeyi sağlayamayan bazı insanlar, kendileri olmaktan vazgeçip bütünüyle topluma teslim oluyorlar. Diğer taraftan bazı insanlar ise bu duruma düşmemek için bireyleşme çabalarını çok abartıp toplumdan kopuyorlar. Her iki durumun da insanın kendini gerçekleştirme sürecine büyük zarar verdiğini görebiliyoruz.

Bunun yerine hem özgür kalıp hem de toplumsal olunabilecek bir dengeyi bulmak gerekir. Bu da ancak her iki kutup arasındaki mesafenin azaltılması yani kişinin bireyselliğini kaybetmeden toplumla ilişkisini sürdürebilmesi ile mümkün olur. Bunun için de insanın son derece esnek, önyargılardan ve kalıplardan uzak, değişime açık bir yapıda olması gerekir.

Toplumla çatışma halindeki bazı insanlar bu çatışmayı çözmek için öncelikle toplumu değiştirmeye çalışırlar. Ancak bunda başarılı olmak oldukça zordur. Çünkü insan için asıl başarı, sonunda zararlı çıkacağı kahramanca eylemler üzerinden toplumla savaşmak değil, kendisinin ve yaptıklarının çevresi tarafından bir noktaya kadar da olsa benimsenmesidir. Geçtan, bu durumu çok güzel özetliyor: “Bu, kısa vadede kazanılmak istenen görkemli zaferlerden farklı olarak sonu gelmeyecek bir satranç oyununu sabırla ve mat olmadan sürdürebilmeyi, bir başka deyişle kendi varoluşunu ve dış dünya gerçeklerini karşılıklı etkileşim durumunda olan bir süreç olarak kabul edebilmiş olmayı gerektirir.”

Toplumu etkileme sürecinde insanın değişime kendisinden başlaması en gerçekçi yoldur. Çünkü her insan, kendi benliğiyle yüzleşmeyi göze alabildiği ve değişmeyi istediği oranda değişebilir. Böyle bir değişim sürecini başlatabilmek için insanın hareket alanını daraltan bu olumsuz yaklaşımların farkına varabilmesi gerekir. Özellikle dış dünyayı tehlikeli bir alan olarak algılayan insanlar sürekli savunma durumunda olduklarından davranışları da katı, inatçı ve esneklikten yoksun olur. Bu nedenle bir insanın değişiminin ve gelişiminin önündeki en önemli engellerden olan ezberlerden ve sabit fikirlerden kurtulması gerekir.

Böyle bir değişim sürecini başlatan insan için bu, oldukça yavaş ve ömür boyu süren ancak aynı zamanda insana güç veren ve kendini gerçekleştirmesine yardımcı olan bir süreçtir. Her bir ezber ortadan kalktıkça onun altındaki atıl kalmış potansiyel de ortaya çıkar. Böylece, insan önceden ezberlerini savunma amacıyla kullandığı enerjisini daha iyi yaşamak için kullanmaya başlayabilir.

Kendini gerçekleştirme sürecinde en önemli etkenlerden birisi de insanın kendisiyle barışık olmasıdır. Kendisiyle barışık bir insan her zaman başkalarına dostça yaklaşır ama kendi haklarını savunmasını, gerekiyorsa diğerlerine karşı çıkmasını hatta gerektiğinde yalnız kalmasını da bilir. İnsanlara yeri geldiğinde hayır diyebilmek ve bundan ötürü suçluluk duymamak kadar onlardan bir şeyler isteyebilmek ve beklentilerimizi ifade edebilmek de kendimize karşı sorumluluğumuzun bir parçasıdır.

Kendini gerçekleştirmenin en doğrudan yolu, yaşamın içinde olmak ve kendi varoluşuna saygı duyarak onun üzerinden hayata katılmaktır. Bunun için duygularını dürüstçe yaşamak, olumlu duyguların olduğu gibi olumsuz duyguların da insanın kendisine ait olduğunu bilerek yaşamak önemlidir. Kendini gerçekleştiren insan, bunların üzerini kapatmadan ve gereksiz bir suçluluk duygusu yaşamadan kendine karşı dürüst olmayı öğrenir.

İnsanın kendisini yeterince değerli görmeyip üstün saydığı gerçekdışı bir kimlik (ırk, din, milliyet, cinsiyet, sosyal statü vd.) üzerinden kendini tanımlamaya çalışması ve bu şekilde değersizlik duygularından kurtulmaya çalışması da çok daha büyük olumsuzluklara yol açabilen, sorunlu bir süreçtir. İnsan herhangi bir kimliğinden önce insan olduğu, kendisi olduğu için değerlidir.

İnsanın acı verse de hata ve eksiklikleriyle yüzleşmesi, kendisiyle ve diğer insanlarla ilişkisinin sağlığı açısından çok önemlidir. Kendisine karşı hoşgörülü olan insan, diğer insanların kusurlarını da daha kolay kabul edebilir.

İnsanı toplumla ilişkisinde özgür kılan en önemli etkenlerden birisi de gerektiğinde yalnız da kalabilmesidir. İnsan, ancak yalnız kaldığı zaman içsel dünyanın zenginliklerine inebilir ve bunları üretime dönüştürebilir. Bu nedenle gerçek anlamda yaratıcı bir insan, yaratıcılık sürecini yaşarken kendisini yalnız hissetmez. Dolayısıyla yalnız kalmak ve toplumla beraber olmak, kendini yaşama sürecinin sağlıklı iki yönüdür.

Öte yandan yaşamın her evresinin kendine özgü bir doyumu vardır. Kendini gerçekleştirmek demek, her evrede bu doyumu yakalamak anlamına gelir. Olaylara etkin bir biçimde katılma olarak tanımlanabilecek psikolojik olgunluk; çocukluk, ergenlik, yetişkinlik ve yaşlılık gibi yaşamın her bir döneminde o döneme özgü olgunlaşma düzeyinin yakalanması ve davranışların buna göre şekillenmesi demektir.

Bir insanın kendine karşı sorumluluklarıyla başkalarına karşı sorumlulukları iç içe geçmiş bir olgudur, birbirinden ayrılamaz. Bu anlamda iyi insan, aslında öncelikle kendine karşı sorumluluklarını yerine getiren ve böylece diğer insanlara karşı sorumluluklarını da daha güçlü bir temelde gerçekleştiren insandır diyebiliriz.

Bu açıdan Geçtan’a göre başkalarının sorumluluğunu üstlenerek kendine karşı olan sorumluluklarını görmezden gelmesi, çoğu kez çocukluk yıllarında öğrenilmiş kusurlu bir davranıştır.

Sonuç yerine

Yaşamak, kendisi olabilmeyi ve yaşama etkin bir biçimde katılabilmeyi ifade eder. Kendisi olan ve hayatına anlam katma sorumluluğu üstlenen kişi özgür olur. Özgür insan ise daha az korkar, onun için kendisini de diğer insanları da hayatı da daha kolaylıkla sevebilir.

İyi yaşamak, bu anlamda kendini yaşatmak isteyen insan, süreci toplumdan değil kendinden başlatır. Bu yürekliliği göze alabildiğinde başlattığı sürecin dolaylı olarak çevresini de etkileyeceğini bilir.

İnsanlık, kendi hayatına gerçek anlamda yön verebileceği bir yapıyı (devletler, toplumlar, kurumlar, vd.) henüz geliştirebilmiş değildir. Gerçek anlamda kendilerini değerli hisseden ve kendilerini yaşayan bireylerin yönlendirdiği bir yapıya henüz ulaşılamadı. Onun yerine bu insanların kontrolünden çıkmış ve eline geçirenin dilediği gibi kullandığı yapılar var ortada. İnsanlığın kendi kaderini belirleyebileceği bir üst-sistem, ancak alt-sistem olarak bireylerin kendi kaderlerini belirleme sorumluluğunu üstlenmeleriyle gerçekleştirilebilir.

Tam da bu noktada Geçtan’ın şu son derece kritik sorusu karşımıza çıkıyor: “Mutsuz çocukluk yaşantıları sonucu kendi olumsuz duygularının tutsağı olmuş kişiler, kendi yazgılarını nasıl yönlendirebilirler?”

Bu sorunun kendisi de başlı başına ciddi bir tartışmayı hak ediyor ve başka bir yazının konusu olabilir. Ancak belki şu noktada sonuç yerine bir şeyler söylemek gerekirse; kötülükler, savaşlar, yolsuzluklar vd. birçok nedenden dolayı genel olarak insanlığa güvenin oldukça azaldığı şu günlerde insanlığın hem kötüyü hem de ama aynı zamanda iyiyi temsil ettiğini unutmamak gerekir. Bugün insanı, hayvanı, doğayı, vd. her şeyi yok etmeye, sömürmeye, kirletmeye çalışan insanların yanında diğer tarafta bütün her şeylerini bunları kurtarmaya, yaşamı güzelleştirmeye, olumluyu üretmeye adayan milyonlarca insan da var. Bu, aslında yine de her zaman umutlu olmak için oldukça büyük bir nedendir.

Öte yandan her doğan bebeğin, büyüyen çocuğun, yetişen insanın içinde de bu iyi ile kötü çatışma halindedir. Eğer gerekli olumlu ortam sağlanırsa (çevredeki güzel ilişkileri örnek alma ve dış dünyayı tehlikeli bir yer olarak algılamama) o iyi yönler baskın gelip iyiliksever, dost canlısı, güzel bir insan ortaya çıkıyor. Eğer bu sağlanamazsa da ne yazık ki dünyayı kirleten, saldırgan davranışlar daha baskın geliyor. Dolayısıyla iyi yaşamak sorumluluğu çerçevesinde her birimizin yapacağı en az bir şey olduğunu söyleyebiliriz: Kendimizi güzel insanlar haline getirip iyi yaşamak ve böylece çevremizdeki diğer insanların umudunu arttıracak birer örnek olmak.


*İnsan Olmak, Engin Geçtan, Metis Yayınları, 1983

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply