Burası benim evim. Doğduğumdan beri bu kentte, bu bahçede yaşıyorum. Ev demesi zor ama yuvam işte. İnsanın yaşadığı yerdir ya yuvası…
Doğduğumda annem beni buraya bırakmış, daha bebekmişim. Olanı biteni hatırlamıyorum. Bir annem olduğunu biliyorum ama benim hiç babam olmadı. Bana bakan, karşılığında beni döven, anneme söven, aşağılayan bir babam da yok, “Piç” diyorlar bana. Öğrendim bu sözü. Ama bunu yüksek sesle söylemek ayıp, onu da öğrendim. Varlığımın ayıplanan bir şey olduğunu da.
Anılarımda bir anne yok. Düşünce dizimi ovalayan, az yediğim için üzülen, ileride iyi bir eş bulabilmem için endişelenen, beni koruyan biri de yok… Dolayısıyla ait olduğum bir din ya da kast, bir inanış da yok.
Ben burada büyüdüm. Bu yetimhaneyi seviyorum. Başka bir yeri de görmedim zaten. Asırlık ağaçlarımız var bahçemizin girişinde. Benim en yakın arkadaşlarım bu ağaçlar oldu hep.
İri gövdeli bir meşe ağacımız var. Buraya yuva yapmış bir kırlangıç ailesi var, gün boyu cıvıldaşırlar. Anne kuşun yavrularını beslemek için uğraşmasını seyrederim gün boyu…
Anne kuş yemek bulmak için gider, baba kuş ise yavrularını kargalara yem etmemek için o gelinceye dek yuvada bekler. Anne sabırla tek tek yavrularını doyurur. Hepsinin yeteri kadar yediğinden emin olana dek uğraşır. Annelik böyle bir şey sanırım. Yavrularının karnının doymasını dert edebilmek gerek.
Oysa ben kendim öğrendim doymayı, tabaktaki her şeyi çabucak bitirmeyi; eğer çabuk bitiremezsem aç kalacağımı, ekmeğimi yemek sırasında biri aşırmasın diye avcumun içinde korumayı, bir sonraki öğün için de bir dilimini saklamayı, kendim öğrendim.
Sincap, solucan, karınca, tarla faresi, kargalar, kırlangıç yavruları ve bu bahçede yaşayan her birimiz gibi, biz çocuklar da hep ekmeğimizin peşindeyiz…
Tarlamız var burada, büyükçe; zaman içinde nasıl işleyeceğimi öğrendim. Her renkte ve tatta bitkilerimiz var. Yer gök böğürtlen çalısı, frenk üzümü, ceviz, mango ağaçlarıyla dolu. Ürettiklerimizi, yetimhaneye gelir olması için, bahçenin bir köşesinde işlettiğimiz kahvehanede satıyoruz. En fazla bir tür kara lahana olan kale bitkisinin suyu satılıyor. Hep ondan istiyorlar. Meğer çok şifalıymış.
Bahar geldiğinde çiçek açan dev ıhlamur ağaçlarımız, çalılıktan artık ağaca dönüşmüş taflanlarımız var. Yurdun girişindeki sahanlığı kaplıyorlar, sağlı sollu. Kokuları baş döndürüyor. Arılar da çok seviyor bu çiçekleri. Hiç ayrılmıyorlar üstünden, vızıltıları insanı sağır ediyor. Küçükler “arı ağacı” diyorlar. Hiç kimse ilişmiyor bu ağaca, bahçedeki herkes kendi alanını biliyor, beraberce mutluluk içinde yaşıyoruz.
Bu şehir ibadethaneleriyle ünlü. Tüm şehir vejetaryen; ineklere selam verilip kutsanıyor, gelip geçerken. Sessizlik inzivasına gelen turistler var. Konuşmayan insanlarla dolu yollar; nehir kıyısında meditasyon yapıyorlar. Aşram denilen ibadethanelerde en az üç hafta kalıyorlar. Yetimhanemizi ziyaret etmek de dünyanın her yerinden gelen turistler için ibadetlerinin bir parçası gibi.
Gelirken yanlarında oyuncaklar ve boyama kalemleri getiriyorlar. Bunlar ilgimi çekmiyor artık. Bazen dersler veriyorlar. Geçen haftalarda gelen Belçikalı kadın, bir pedagogmuş ülkesinde. Büyük kız çocuklarının katıldığı bir ders verdi. Anlattıkları işime yaradı doğrusu. Hijyenik kadın pedlerinin ne işe yaradığını, nasıl kullanılacağını anlattı. Bu konuları kız çocukları annelerinden öğrenir diye duymuştum ama kırlangıç anneyi, yavrularına bu bilgiyi verirken hiç görmedim. O nedenle çok işime yaradı bu ders. Bu derslerin devamlılığı olsun istiyorum. Ancak inzivada kaldıkları süre boyunca dersler oluyor, sonra evlerine dönüyorlar. Bitiyor.
En çok geometriyi seviyorum. Uzayı da öğrenmek istiyorum. Akşamları ıhlamur ağacının altında ışıl ışıl gökyüzünü seyrediyorum. Yıldızlar bambaşka parıldıyormuş Ganj nehri kıyısında. Gelenler öyle diyor. Şanslıymışız. Gökyüzü hep pırıl pırıl. Yıldızları böyle parlamayan bir gökyüzü nasıl olur bilmiyorum. Ama benim göğüm hep ışıltılı.
Yetimhanemizin aşağısına, az ötede Ganj nehri akıyor, gürül gürül. Sert, uğultulu rüzgârlar esiyor bahar aylarında nehirden. Kıyısında ise ritha denen bir bitki yetişiyor. Buraların endemik bitkisiymiş. Yeni öğrendim “endemik” sözcüğünü. Yani sadece burada yetişebilen bitki demekmiş. Bu bitkinin tohumları olgunlaştığında nehre düşüyor ve bu da suyu temizliyormuş. Mucize gibi. Meğer bu nehir kutsalmış inananlar için. Burada yıkanırlarsa günahları temizleniyormuş. Tanrıça Ganga’ya adanmış bir nehir. Nehrin bir kadına adanması çok hoşuma gidiyor. Muz yapraklarının içine koydukları çiçekleri ve mumları tanrıçaya sundukları bir tören yapılıyor nehir kıyısında…
Gece karanlığında suyun üstünde sakince uzaklaşırken; kandiller, tütsüler yakıp, dualar ediyorlar. Gökyüzünün parıltısı ile nehrin üzerinde binlerce mumun ışığı birbirine karışıyor. Uzaklaşıp giden mumlar yollarını nasıl da buluyorlar, ışıltıları uzaklaşıp gidiyor, sessizce. Ben de diliyorum; eğer nehrin tanrıçası varsa ve benim dileklerimin de duyulmasını sağlarsa, mumların ışıltısının ulaştığı yere… Kim bilir…
Bazı günlerde nehre girerken insanlar çok ciddiler, uzun beyaz gömlekler giyiyorlar ve asla suda eğlenmiyorlar.
Bunu anlamıyorum. Bilmediğim işler…
Gelecek yıl Rishikesh parasız yatılı okulunun sınavına gireceğim. Yaşadığım yerden, yuvamdan ayrılmak zorundayım.
Okula gideceğim için mutluyum ve umutluyum ancak bu bahçeyi, arı ağacını, ışıltılı gökyüzünü, hele de mayıs yağmurlarını, ıslak otların kokusunu, sulu toprağın içinde oynaşan solucanları, yağmurun kesilmesini bekleyen aç kırlangıç yavrularının cıvıltısını, uzakta gürül gürül akan Ganj’ı ve üzerinde süzülerek uzaklaşan pırıltıları şimdiden özledim.
Bu bahçe benim evim.
Aidiyetim olan yer.
Leave a Reply