O İstanbul ki; kimler geldi, kimler geçti. Ben de geçtim doğal olarak. Benim geçişim üç beş günlük olduğundan ne İstanbul fark edebildi beni ne de herhangi bir kimse. Olsun! Ben farkındayım ya bu bana yeter.
Herkesin bildiği yerleri bilemeyebilirim İstanbul’da. Övünmek gibi olmasın benim bildiğim yerleri de bazıları bilmez. Ayrık otu gibiyim diyeceğim demesine de o söz yukarıdaki cümlenin karşılığı olmuyor maalesef. Ayrık otu, genel kabul görmüş yaklaşımların dışına çıkabilenler için kullanılmaz çünkü. Ayrık otu istilacıdır. Kök salar bulunduğu yere, çoğalır da çoğalır. Bencileyin, “Gelişim suskun olmuştu ama gidişim daha suskun olacak.” şiarıyla hareket ettiğimden, “Eller gider mersine, ben giderim tersine.” sözü daha çok yakışacaktır.
Herkes İstiklal Caddesine, oraya/buraya giderken, ben Anadolu Kavağına gittim. “Bir işin mi vardı, yoksa yanlışlıkla mı gittin?” diye soracak olursanız, “yok” derim. Bile isteye gittim, Yoroz Kalesi’ni görmeye. Neden derseniz, “Her rengi boyadım, bir fıstık yeşili kalmıştı, ondan yani.” derim. Bu arada bahse konu zamanlar, yıllar yıllar önceydi. Daha üçüncü köprünün ne kendi vardı ortada ne de konusu. Köprüden önce son çıkış değildi kısacası.
Bir şekilde öğrenmiştim, hafta sonları Eminönü’nden Anadolu Kavağına giden vapur seferleri olduğunu. Halen var mıdır bilmiyorum ama sekizinci hissim “vardır” diyor (his fazla olunca, sayı da fazla oluyor doğal olarak). Başka bir sefere de Hz. Yuşa Türbesi’ne gitmeyen ne olsun. Giderim. Keyif benim kahyâ benim, kime ne?
Anadolu Kavağı için ilk vapur seferi, saat 10’da imiş. “Köprü yapılmadan kör dikildi.” atasözünden hareketle “Sabahın seherinde ötüyor kuşlar” türküsü eşliğinde gittim iskeleye. Biletimi aldım. Bekliyorum, hareket saatinin gelmesini. Aradan uzunca bir zaman geçti. Derken birden bir gürültü kıyamet koptu. Başımı çevirmemle, birinin bıçaklandığını, bıçaklayanın da kaçtığını gördüm. Tabii sadece ben görmedim, herkes gördü. Hatta “kör bir kayıkçı gördü”. Meğer buralarda bu tür olaylar vaka-i adiyedenmiş, bu vesileyle öğrenmiş oldum.
Vapur geldi, bindik. O nedenle yaralıya ne oldu, öğrenemedim. “Neyse bu güzel gezinin nazar boncuğu da bu olay olsun.” dedim içimden.
Hareket etti vapur. İlk defa deniz gören ve hatta an itibariyle denizin içinde bizatihi bulunan bir Ankaralı sevinciyle, bir oraya bir buraya bakınıp durdum, gözlerim trafik lambasının ışıkları gibi fıldır fıldır dönerek.
Bu, yarım Boğaz turu atan vapurlardan değildi. O nedenle Boğaz’dan, İstanbul’un pek çok yerini görme imkânına sahiptim. Şanslı kerataydım vesselam! Kabataş, Beşiktaş, Ortaköy, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Arnavutköy, Bebek, Kandilli, Küçüksu, Anadolu Hisarı, Kanlıca, Emirgan, İstinye, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, Büyükdere, Sarıyer, Rumeli Kavağı derken işte karşımda Anadolu Kavağı! Adını duyduğum/duymadığım pek çok yeri görmüş oldum bu sayede, içimden “Kız sen İstanbul’un neresindensin?” şarkısını söyleyerek.
Kavak’a geldiğimizde; Avrupa bilgisi, Trakya ile sınırlı olan ben, deniz kenarındaki evleri, Venedik’teki evlere pek bir benzettim. O nedenle “teşbihte hata olmaz” (gerçi bu söz; “benzetme yapılırken hata yapılamaz” demek istese de günümüzde, “yapılan benzetmede hata aranmaz” anlamında genel kabul görmüştür) diyerek, her ne kadar söz sanatı içermese de bir benzetme yapmış bulundum. O nedenle sürç-i lisan ettimse affola!
İndik vapurdan. İnsanlar çil yavrusu gibi dağıldı yeme-içme mekânlarına. “Bunca yolu bunun için mi gelmişler?” diye, şaşı bakıp şaşırdım doğrusu. “Sana mekânın yolları, bana köfteler” diyerek arka sokaktaki köfte-ekmekçiden ayranımla birlikte aldım yolluğumu, düştüm dik yokuşlu yola. Şimdilerde olsa, o dik yokuşlu, o çık çık bitmeyen merdivenli yola düşer miydim bilemiyorum. Dizlerim müsaade eder mi artık buna, yoksa kalbimde yokuş çıkarken ağrı mı oluşur, kestiremiyorum. “Madem böyle bir şüphen var, bir doktora görünüver” diyenleriniz olabilir. Doktora görünmek yerine, olası bir gerçekle yüzleşmekten kaçıyorumdur belki de “Yüksek Ökçeler” hikâyesinde olduğu gibi. Aman her neyse!
“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.” Çıktım. Önce sokak aralarından yokuşu, sonra manzaralı mekânların bahçelerinden merdivenleri. Boğazın en iyi, en güzel görüldüğü yerdir Anadolu Kavağı Tepeleri desem, kim inanır İstanbul’dan bihaber şu kulunuza. Olsun! Dedim! Yine orada olsam yine derim!
Yoroz Kalesi kapalıymış. Restorasyon çalışması varmış. Kaleye çıkıp oradan Karadeniz’i görmenin keyfini yaşayamayacağım; “ilk defa denizi uçakla geçer gibi”. Tavaf edercesine döndüm kalenin etrafında. Her manzarayı ayrı ayrı izleyerek. Oturdum, kale duvarına sırtımı yaslayarak yedim yolluğumu.
Çıkarken nasıl soluklana soluklana, mekânların masalarında otura otura ulaştıysam Kaleye, inerken de tek tek uğradım masalara. Bu sefer Boğazı doya doya görebilmek, özümsemekti amacım. Ki başardım da!
Aynı yoldan yokuş aşağı indim keyifle. Akşamın curcunasına, keşmekeşine kalmadan gideyim diyerek bindim vapura. Bu sefer tersten başlayarak, aynı yerleri, aynı semtleri bir kez daha gördüm. Bir kez daha “Ankara’ya deniz şart!” dedim.
Kanlıca İskelesinde, yoğurt satan bir satıcı bindi vapura. Kanlıca yoğurtları çok ünlüdür. Ünlüdür dedim ünlüymüş diye düzelteyim. Daha doğrusu “Biz öyle duyduk.” diyelim. Gerçi eskilerin yoğurtlarıyla, şimdinin yoğurtları aynı mıdır tartışılır ama yine de tanındık, bilindik ve revaçta olan bir yoğurttur Kanlıca yoğurdu. Yoğurtçu; “Yoğurt! Kanlıca yoğurdu!” diye bir tur döndü vapurda, alan olmadı. Bir tur daha attı, yoğurtların sayısında değişme yok. Üçüncü tura çıkacaktı ki, bir yoğurt istedim. Yanıma geldi vermek için. Bir de yoğurtların yanında duran pudra şekerinden istedim. Verdi. Böyle yemek geçmişti içimden. Şekeri döktüm yoğurdun üstüne, karıştırdım, giriştim kaşıkla yemeye. Yan tarafta oturan beş kişilik bir aile de yoğurt ve pudra şekeri aldı. Bizi gören yabancı turist kafilesi de istedi yoğurttan ve şekerden. Kalan birkaç yoğurt ve şekeri de diğer yolcular aldı. Vapuru dolaşmasına gerek kalmadan bitmişti yoğurtlar. “Ayağım uğurlu geldi.” diye düşünerek mutlu oldum kendi kendime.
Yoğurtçu’nun bana doğru geldiğini görünce, hoşuma gitmedi desem yalan olur. Demek ki kadir kıymet bilen bir satıcıya denk gelmiştim ve bana teşekkür etmeye geliyordu. Satıcı yaklaştı yanıma, tabii ben olanca sevimliliğim ile bakıyorum adama. Bakıyorum bakmasına da adam bana bir tuhaf bakıyor. Dövecek gibi kaşlar çatık, sert, dik dik bir bakış. Yanıma gelip kulağıma “Lan ne diye pudra şekeri istiyorsun? Senin yüzünden bütün şekerler bitti. Adam gibi yesene yoğurdu!” diye bana çıkışmasın mı? Şaşırdım. Nasıl bir cevap vereceğimi bilemedim. Şaşırmasam bir cevap verir miydim, onu da bilemedim.
“İstanbul İstanbul olalı hiç görmedi böyle keder.”
Selma Karataş
Ercan Taş emeğine yüreğine sağlık anlatımınla bende gezmiş gibi oldum görmedim ama canlandı gözümde teşekkürler✨