Yeşil Mavi

M. Cem Özmen, Okur-Yazar

Ben Yaptım Oldu

Son dönemde okuduğum en ilginç kitaplardan birisi “Ben Yaptım Oldu”* oldu. Bu kitap, bir yönüyle otobiyografi niteliği taşımakla birlikte diğer taraftan da yazarının psikolog olması nedeniyle psikolojik bir çözümleme olarak da görülebilir. Kitabın yazarı Ali Rıza Tunur, önce psikoloji okuyup psikolog olmuş daha sonra da Klinik Psikoloji’de yüksek lisans yaparak Klinik Psikolog olmuş. Kendisini aşağı yukarı içinde yaşadığımız toplumun ortalaması bir kişilik olarak tanımlıyor. Biraz romantik, oldukça hümanist, okur, yazar, hayvan ve doğayı seven, memleketi dert edinen birisi olduğunu düşünüyor. Kitabı da bu sahicilikle yazmış.

Tunur, değişik bir kitap yazma serüvenine girişmiş. Kitabın kapak tasarımı dahil her şeyini kendisi yapmak istemiş. Yine kitaptaki bütün yazımın (varsa hatalarıyla birlikte) kendisine ait olmasını istediğini ve bu nedenle herhangi bir editörün eli değmeden yayınlanması için çaba harcadığını belirtiyor. Kendi ifadesiyle: “Hatta böyle bir saçmalığı basacak bir yayınevi bulursam, bunun hukuki yaptırımı da yoksa kitabın redakte edilmesini de istemiyorum. Ben bir yerde hasbelkader bağlaç olan de’yi bitişik yazdıysam o öylece kalsın istiyorum.” Tunur, buna neden olarak redakte edilmiş bir kitabın artık yazarın bir üretimi değil, daha çok redakte eden kişinin eseri haline geldiğini iddia ediyor. Ancak yazar, bu kitabı redakte bile etmeden basacak bir yayınevi bulmakta zorlanacağının da farkında. Bunun için şu açıklamayı yapıyor: “Redakte bile etmeden bu kitabı basacak bir yayınevi bulmaya çalışacağım. Bulamazsam dönüp bu satırları da değiştirmeyeceğim. Böyle bir yayınevi bulmaya çalışıp da bulamayıp redakte ettirmiş bir yazar olarak bu çelişkimi de seveceğim. Çünkü bu çelişkiyi de BEN YAPTIM. Biz çelişkilerimizi de sevebildiğimiz zaman biz oluyoruz.”

Tunur, kitabında temel olarak okuyucuya “Siz, siz olun!” demek istediğini belirtiyor. Ancak bunu doğrudan bir nasihatle değil de -ki öyle de yapıyor aslında- biraz daha karşılıklı bir dille, kitabın yazılış biçimiyle anlatmaya çalışıyor. Kitabının çok satması gibi bir derdinin olmadığını söylüyor ve okuyucunun da yaşamda bir performans derdinin olmaması gerektiğini öğütlüyor. Kendi ifadesiyle: “Ötekilerin gözüne bakarak yaşamayın. Enstrümanınız eski olsa da, telleri paslı, akordu bozuk olsa da, nota bilginiz yetersiz olsa da başkalarının bestesini değil kendi bestenizi çalın. Tuvaliniz eskimiş, fırçanız deforme olmuş, boyalarınız sayı olarak çok az da olsa başkasının resmini değil kendi resminizi yapın.” diyor. Hayatı bir kitaba benzetirsek, herkesin kendi kitabının öncelikle önsözünü yazmaktan korkmaması gerektiğini, herkesin saçmalama lüksü olduğunu, dolayısıyla okunup okunmayacağını düşünmeden bu hakkın kullanılması gerektiğini iddia ediyor.

Çoğu toplumda herkesin tek tipleştirildiği, farklı olana genellikle tahammül edilmediği ve standart bir formata sokulmaya çalışıldığını biliyoruz. Hatta zaman zaman farklı olmanın fiilen yasaklandığı ve kabul görmek için herkes gibi olmanın zorunlu olduğu durumlarla karşılaşabiliyoruz. Tunur’un belki de en temelde bu tek tipleştirmeye karşı olduğu için böyle bir kitabı yazdığını anlıyoruz. Kendisi de bu durumu ifade etmek için fotokopi makinası örneğini veriyor. Tunur’a göre dünya bir fotokopi makinası ve insanlar da içindeki A4 kağıtları. Makine içerisinde herkes aynı şeyi kopyalıyor, ta ki arada isyankar bir A4 kağıdı çıkıp da makinayı sıkıştırana kadar. Sürekli işleyen makine, ancak bu durumda durduruluyor, kapağı açılıyor ve fakat isyankar A4 kağıdı buruşturularak çöpe atılıyor. Bu durum, geride kalanlar için bir örnek oluşturuyor ve çöpe atılmamak için herkesin tek ‘bir’ model olduğuna tam iman etmesi bekleniyor. Bu yüzden de özellikle ‘birlik’ sözcüğü neredeyse kutsanmış bir sözcük olarak görülüyor. Tunur’un konuyla ilgili çocukluğundan beri yaptığı gözlemlere ilişkin ifadeleri şu şekilde: “Evren Paşa her akşam televizyonda ‘Netekim bu günler milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan günlerdir.’ diyordu. Ben de o her zamanki zihinsel kapasitemle sanıyordum ki Paşa bir akşam diyecek ki ‘Sayın yurttaşlarım; önümüzdeki çarşambadan itibaren milli birlik ve beraberliğe pek ihtiyacımızın olmayacağı bir dönem başlıyor.’ Yaşım kırka yaklaştı, hala milli birlik ve beraberliğe çok ihtiyacımız var.”

Kitapta en çok tartışılan konulardan birisi de, felsefenin kadim sorunsallarından birisi olan insanın kaderini kendisinin mi yarattığı yoksa koşulların mı onun hayatını belirlediği konusu. Yani biz isteseydik yaşantımıza yön verebilir ve şu an olduğumuzdan başka bir noktada olabilir miydik? Yoksa biz ne yaparsak yapalım içinde bulunduğumuz içsel ve dışsal koşullar bizi bulunduğumuz bu noktaya mı getirecekti? Bu sorunun kesin ve net bir yanıtı olmadığı (ve muhtemelen de hiçbir zaman olamayacağı) için aslında sorun, pratikte insanın yarattığı/yaratılan bu hikayeye ne şekilde yaklaşacağına indirgenmiş oluyor. İnsan bu hikayeyle ne yapacak? Onu sevecek ve onunla uyumlu bir şekilde mi yaşayacak? Yoksa onunla bir düzeyde mücadele halinde olacak ve değiştirmeye mi çalışacak? Bu da bir başka felsefi sorunsal olarak her türlü tartışmaya açık ve herkesin kendi açısından farklı bir yaklaşımı var tabi.

Bu konuda yazar, genel olarak birinci önermenin doğru olduğunu yani insanın her ne şekilde bir hikaye yaşıyorsa öncelikle onunla barışık olması gerektiğini iddia ediyor. Kendi ifadeleriyle: “Hayat basit bir tercihtir. Ya hikayenizle barışık olursunuz ya hikayenizle kavga edersiniz. Ya ‘şimdiki aklım olsaydı’ diye başlarsınız hikayenize ya da o günkü aklınızın o günün gerçeği olduğu, bugünkü aklınızın da bugünün gerçeği olduğu gerçeğinden hareketle olaylar arasındaki matematiği analiz eder ve analizinizi seversiniz.”

Tunur, bu görüşünü temellendirirken aslında insanın önündeki olası katrilyonlarca hikaye arasından -farkında olarak ya da olmayarak- yaptığı kendi tercihleriyle tek ‘bir’ hikaye yazdığını belirtiyor. Bu durumda da doğal olarak olası diğer katrilyonlarca hikayeden de vazgeçiliyor. Zira her tercih bir vazgeçiştir. Yazara göre asıl mesele, insanın sadece seçtiği tercihi biliyor ve yaşıyor olmasıdır. İnsan, bunun dışındakileri bilemez ve hiçbir zaman da bilemeyecektir. Bu sevimsiz gerçek, insan hayatının en temel dinamiklerinden birisidir. Dolayısıyla Tunur’a göre hayatta ‘Şunu yapsam olur muydu acaba?’ şeklindeki düşüncelerin hiçbir hükmü yoktur. İnsanın hayatına dahil olan bir şeyin iyi mi kötü mü olduğunu ya da o olmasa ne olurdu durumunu bilme şansı yoktur. Onun için Tunur: “O halde olgun insanın yapacağı şey, hikayesini yaptığı tercihlerle kendisinin oluşturduğunu bilmek, yani ‘Bu hikaye benim eserim, bunu BEN YAPTIM!’ demek, alternatif katrilyonlarca hikayede ne olacağı illüzyonuyla kavga etmeden hikayesiyle barışıp hikayesini sevmek olacaktır.” diyor.

Yazar, tartışmanın bu noktasında Ataol Behramoğlu’nun ünlü şiirindeki “Hayat sunulmuş bir armağandır insana…” dizesini hatırlatıyor ve şu soruyu soruyor: “Bize sunulan ve ne kadar olduğunu bilmediğimiz bu armağan, bizim karar veremediğimiz birçok şeyle başlıyor. Annemizi, babamızı, memleketimizi ve daha birçok şeyi biz belirleyemiyoruz. Peki öyleyse, hayatın daha başlangıç dinamiklerini bile biz tayin edemiyorsak, sorumluluk nasıl bizde oluyor?”

Tunur’a göre bunun cevabı, insan beyninin algı, bellek, irade, muhakeme, zeka ve dikkat gibi soyut işlevlere sahip olmasıdır. Bu işlevler sayesinde insanlar bir adımı tasarlar, o adımı atar ve sonuçlarına katlanırlar. Tercihleri yapan insan ise ve kimse bu tercihleri yapmak için o insanı zorlamıyorsa, hayatın sorumluluğunun da bir tek kişide, yani o tercihleri yapan insanda olması normaldir. Bu nedenle yazar şunu iddia ediyor: “Madem her şeyi yapan biziz ve biz ne yaparsak o oluyor, bizim biz olmamız hikayesinin de çok tabii bir sonucu olarak önce hayatımızın sorumluluğunun bizde olduğu gerçeğini kendimize hatırlatmamız gerekiyor.” Dolayısıyla kısıtlı bir düzlemde de olsa yaşantımızla ilgili verdiğimiz kararlar ve seçtiğimiz yollar bize ait ve dolayısıyla onların sorumluluğunu almamız ve onlarla barışık bir şekilde yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.

Kitapta yazar, özellikle kendisine gelen sorulardan da esinlenerek klinik psikolog kimliğiyle, biraz da esprili bir şekilde, insanlar için mutluluğun en kafiyeli formülünü de vermiş:

  • Annenizle tanışın: İnsanın kişiliğinin oluşmasında hatta belki tüm hayatındaki davranışları için referans olan bir kimlik oluşturma sürecindeki en temel dinamiklerden birisinin -belki de birincisinin- annesiyle olan ilişkisi daha doğrusu annesinden ne düzeyde bir sevgi aldığı/almadığı konusu olduğunu biliyoruz. Annesi tarafından ilgi ve sevgi gören bir birey tüm hayatı boyunca yaşama daha olumlu duygularla bakıp mutluluğa daha yakın olurken böyle bir sevgi görmemiş ya da kendisini değerli hissetmemiş bireylerin yaşam boyunca her açıdan zorlandıkları ortada. Bu nedenle yazar ‘anneyle tanışma’ konusuna çok özel bir önem veriyor ve şu sorular üzerinde düşünmenin yararlarına işaret ediyor: “Anneniz duygularını, sevinçlerini, kederlerini nasıl yaşardı? Evinizde sistem mi değerliydi birey mi? Evde koltuklar mı insanlar için vardı yoksa insanlar mı koltuklar için? Evinizdeki genel yaklaşım düzenlilik miydi yoksa fonksiyonellik mi? İlk arkadaşlık deneyimlerinizde arkadaşlarınızla ilgili nasıl geri bildirimler alırdınız? Sizi başkalarıyla kıyaslarlar mıydı? Evde dertleşebildiğiniz, sözgelimi sevimsiz bir şey yaptığınızda gidip anlatabildiğiniz biri var mıydı?” Bu sorular çoğaltılabilir tabi. Ancak bizi biz yapan süreçlerin belki de en temel köşe taşları için bu ve benzer soruların yanıtları üzerinde düşünmemiz oldukça yararlı olacaktır.
  • Geçmişinizle barışın: Aynı şekilde insan yaşantısında geçmişte yaşanılan olaylar, çocuklukta karşılaştığımız durumlar, gençlikte yaşadıklarımız da bizim hayatımızda çok önemli etkilere sahip etkenler. Bu nedenle yazar, sağlıklı bir birey olmak açısından geçmişle de barışmanın önemini işaret ediyor: “Gerçekten bugünü yaşayıp bugüne sahip çıkabilen zihin mutlu zihindir. Geriye ve ileriyle doğru Türkçe’nin şart kipiyle uçuşan zihin ise mutsuz bir zihindir. Geriye doğru ‘Şunu yapsam böyle olur muydu, bunu yapsam şöyle olur muydu?’ şeklinde uçuşan zihin, ileriyle doğru da aynı kiple ‘Şunu yaparsam böyle olur mu, bunu yaparsam şöyle olur mu?’ şeklinde uçuşur.” Bu anlamda yaşananlar ne olursa olsun kendi geçmişiyle barışmayı başaramayan insanların bugününü de huzurlu bir şekilde yaşaması oldukça zor görünüyor.
  • Gerçeklikle yarışın: Tunur’un reçetesindeki son madde olan ‘gerçeklikle yarışın’ ifadesi, yaşamın karmaşıklığı ve değişkenliği içerisinde karşılaştığımız olaylardaki hakikatin kendisini bulmanın önemini işaret ediyor. Yaşamın belki de en temel referansının gerçeklik olduğu düşünülürse hakikati arama çabasının ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Bu nedenle yazar herkese hakiki olunması, samimi olunması, gerçeğin peşinde olunması konusunda çağrı yapıyor ve bunun için Mevlana örneğini veriyor: “Mevlana ‘Hamdım, piştim, yandım.’ sözüyle kendi hayatının üç dönemine işaret ediyor. ‘Hamdım’ dediği henüz hayatın gerçekliğinden uzak olduğu dönemi simgeler. ‘Piştim’ ifadesiyle hayatın gerçekleriyle ve kendisiyle buluşmasını anlatır. ‘Yandım’ dediği yer ise bu meşakkatli hakikati bulma yolculuğunda ulaştığı gerçekliğin yakıcılığını simgeler.” Dolayısıyla yaşamın her türlü karmaşıklığının içerisinde belki en temel referansı olan hakikati/gerçeği arama yolculuğunun ve bulma talebinin sürekli olması gerekiyor.

Özetle yazar bu kitapta herkesin kendi hayatına sahip çıkması, onun sorumluluğunu taşıması ve o doğrultuda kendi rıza ve istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmesi gerektiğini anlatıyor. Kendi sözleriyle bitirelim:

“Biz kendimizin noteri olabildiğimiz zaman, başkalarının gözüne bakmadan yaşayabildiğimiz zaman, el alem ne der diye bir derdimiz olmadığı zaman, eylemlerimizi kendimiz planlayıp sonuçlarına da kendimiz katlanabildiğimiz zaman, yani eylemlerimize sahip çıkıp BEN YAPARIM dediğimiz zaman, bu da yetmez, yaptığımız şeyin sonucu ne olursa olsun onun için OLDU dediğimiz zaman biz oluyoruz. Bu kitabın okuyucusuna bir tek nasihati var: SİZ SİZ OLUN, SİZ SİZ OLUN!

Velhasıl BEN YAPTIM OLDU. Bence siz de yapın, sizinki de olsun…”


*Ben Yaptım Oldu, Ali Rıza Tunur, Sokak Yayın Grubu, 1. Baskı, 2018

Kapak görseli: alirizatunur.com

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply