Büyüdükçe içime başka bir acı yerleşti.
Bu topraklara doğmuş olmanın, bu köyde gözlerimi açmanın yükü…
Sessiz ama derin bir küskünlük gibi hep oradaydı.
Ne zaman başladı bilmiyorum ama bir gün fark ettim.
Artık buraya sığmıyordum.
Ev dar geliyordu, yollar kısa, gökyüzü bile sınırlıydı sanki.
Ben kitaplarda büyüdüm.
Sayfaların arasından başka hayatlara geçtim, başka yalnızlıkları dinledim.
Anna Karenina’nın yasını tuttum, Dostoyevski’nin karanlığında kayboldum.
Suçun ve cezanın derinliğini anlamaya çalıştım.
John Steinbeck’te açlığı, gururu, toprağı hissettim.
“Âdem’den Önce”de insanın ilk korkularına uzandım.
Kemalettin Tuğcu’nun çocuklarında kendi ağlamamı buldum.
Yaşar Kemal’in İnce Mehmet’i gibi, ben de dağlara kaçmak istedim.
Ama kaçamadım.
Hep geri döndüm. Çünkü ben hep buradaydım.
Ne yaparsam yapayım, dönüp dolaşıp kendime çarpıyordum.
Buraya ait olmadığımı hissediyor, ama bir yere de tam olarak ait olamıyordum.
İçimde başka bir dünya kurdum.
Büyüdüğüm değil, içimde taşıdığım bir dünya.
Ve hep şu düşünce dolanıyordu zihnimde:
“Keşke artık bir erkek çocuğu olsam, o çocuk kurtulsa…”
Askerlik olur da götürür belki beni.
Oradan da bir yol bulurum — bir şehir, bir ülke, bir başka dil…
Yeter ki burası olmasın.
Sonra bir gün… Bir fırsat doğdu.
Londra’ya taşındım.
Ve tam otuz üç yıldır İngiltere’de yaşıyorum.
Londra’ya ilk geldiğim günü hatırlıyorum.
Uçaktan indiğimde ne hissettiğimi tarif etmek zor.
Ne bir zaferdi bu ne de tam anlamıyla bir özgürlük.
Sanki bir kabuğun dışına çıkmış ama hâlâ üzerimde taşıyormuşum gibi…
Dilini tam bilmediğim bir ülkede, anlamını çözemediğim tabelalar arasında yürüdüm.
İnsanların bakışları üzerimde değil — içimden geçiyordu sanki.
Bir yabancıydım.
Ama bir şekilde, buranın yabancısı olmak, doğduğum yerin tanıdığı olmaktan daha kolaydı.
İlk yıllar zor geçti.
Her şey büyük, hızlı, anlaşılmazdı.
Ama en çok sessizlik zordu.
O eski köyün gecelerinde duyduğum köpek havlamasını, rüzgârın çatılarda gezinen sesini özledim.
Çünkü burada sessizlik bile farklıydı.
Soğuk, mesafeli, duvarsız ama yine de ulaşılmaz…
Yine kitaplara sarıldım.
Ama artık satırlar başka bir dilden fısıldıyordu kulağıma.
Kendimi iki dilin ortasında, ikisine de tam ait olamayan biri gibi hissettim.
Anadilim yavaşça içime doğru çekildi,
Yeni dilim ise hiçbir zaman tam anlamıyla ruhuma oturmadı.
Yıllar geçti.
İşler, evler, insanlar…
Hepsi zamanla tanıdık oldu ama hiçbiri “ev” olmadı.
İçimde bir boşluk vardı.
Adını koyamadığım, ne buraya ait ne de oraya dönük bir yer…
Doğduğum topraklara çok az geldim.
Ve her seferinde biraz daha yabancı hissettim kendimi.
Sanki zaman benden geçmişi çekip almıştı da yerine bir gölge bırakmıştı.
Buradayken oraya, oradayken buraya ait hissetmeyen bir gölge…
Ama hâlâ içimde o çocuk var.
Buradan gitmenin hayalini büyüten o çocuk.
Ve bazen… Hâlâ o gitmekte…
Gitmek artık bir yer değiştirmek değil.
Bir hâle ulaşmak belki.
Belki de hiçbir yere ait olamayışı kabullenmek.
Aidiyet değil, yolda olmayı sevmek.
Hep bir “başka”ya yürümek…
Saadet can
Öteye hep öteye gitti yalnızlığı ondandır demiş şair. Çok derinden hep öteler de olmayı hissettim.
Samimi etkili derin duygular için teşekkürler.
Belki bir gün kendimize çıkar yolumuz