Bunca zamandır bir merhabadan öte konuşmuşluğumuz bile yoktu. Üç oda ileride otururdu. Aynı yerde çalışıyor olmanın dışında ortak bir paydamız, herhangi bir paylaşımımız olmamıştı. Ne bir çay ne bir sohbet… Ta ki, o güne kadar!
İş gereği gitmiştim odasına. Küçük bir bilgi alıp çıkacaktım. Girdim ama çıkmak ne mümkün! Sanki üzerine, sevecenlik, tatlılık, samimiyet elbisesi giymişti. Bir yakınlık, bir sıcaklık… Şirinlik muskasını da aksesuar olarak kullandığı belliydi. Ne o muskasını çıkardı üzerinden ne de ben çıkabildim odasından.
Gel zaman git zaman gelişti dostluğumuz. Gidip gelmeler, ufak sohbetler başladı aramızda. Öğle yemeklerine de birlikte çıkar olduk. Fırsat buldukça bir arada olmaktan ve aynı havayı solumaktan inanılmaz keyif alıyordum.
Az yemek yemeye gayret ederdim onun yanında. Sanki kendiliğinden büyümüş, benim hiçbir kabahatim yok demeye getirirdim. Zaman zaman da nefesimi içime çekerdim ki; göbeğim çok belli olmasın. Şakaklarımdaki beyazlaşmış üç beş tel saça bile hayıflanır olmuştum. İnceden inceye ona kendimi beğendirmeye çalıştığımı fark ediyordum.
Benim tersime, fizik olarak çok düzgündü. Gece karası; uzun, dalgalı saçları çok hoşuma giderdi. Mürdüm eriğine benzeyen iri gözlerini anlatamam bile. Güzel giyinirdi. Her zaman bakımlı ve alımlıydı. Esmer tenine uygun kıyafetleri itinayla seçerdi. Kıyafetlerinin, makyajının dışında, vücudu da belli ederdi kendini. İki çocuk annesi demek çok zor hatta imkânsızdı. Söylemesi ayıp; mini etek giydiğinde uzun ve biçimli bacaklarını izlemek başımı döndürürdü. Utanırdım da bir yandan, hissettiklerimden. Sohbeti, aklı, kıvrak zekâsı, pratikliği, becerikliliği… Allah’ım bir de kusuru olsun diye düşünürdüm. Bulamazdım. Mükemmelliğin yeryüzündeki temsilcisiydi sanki.
Yan yanayken boylarımızı ölçerdim, gizliden gizliye. İki parmak uzun gelirdi benden. Ayakkabısına bulurdum kusuru. Yüksek topuk olmasa eşitiz aslında diye düşünürdüm. Uygun zamanı kollar, yine ölçer, aşağı yukarı yine iki parmak kısa gelirdim. Sanki evlenecektim de kız bakıyordum kendime. Nedense bir takıntı oluşmuştu bu konuda. Oysa eşimle aramda boy farkı da yoktu, böyle bir sorun da.
Aslında hiçbir sorun yoktu aramızda. Mutlu bir evliliğimiz -mutluluktan ne anlıyorsam artık- iki şirin kız çocuğumuz, şehre uzak olsa bile kendimize ait evimiz, bir de arabamız vardı. Eşim, çocuklarımıza karşı çok iyi bir anneydi. Beni de sever, sayar hatta üzerime titrerdi. Daha ne olacaktı ki… Sorun yoktu. Sorun yoktu yok olmasına ama artık aklımda hep o vardı. Cemre olup düşmüştü beynimin içine…
Yakınlık görüyordum. Yakınlaşıyordum. Bazen bir kedinin okşanmaktan hoşlanması gibi onun tarafından beğenilmek okşuyordu gururumu. Ben de onu beğendiğimi rahatsızlık vermemeye çalışarak belli ediyordum.
Bir şey anlatırken gözlerini gözlerime dikmiyor mu, kahroluyordum! Hem gözlerine bakarak orada kaybolma isteğim, hem de utanarak gözlerimi kaçırışım… Tekrar bakışım, tekrar kaçırışım… O ise anlıyordu sanki. Anlıyordu da oyun oynuyordu benimle. Odaklıyordu gözlerini gözlerime. Anlattıkça anlatıyordu. Dinlemeye çalışırken kayboluyordum gece karası gözlerinde.
Yanında huzur buluyordum. Onunla olsun her dakikam istiyordum. Ateş bacayı sarıyordu galiba. Gençlik heyecanları, telaşları yeniden baş göstermeye başlamıştı. Titrediğini hissediyordum onunla konuşurken sesimin. Bu yaştan sonra kalbimin küt küt atması neyin nesiydi peki? Bal gibi de…
Sevgim ve vicdanım arasında sıkışmıştım. Arkadaşlık ötesi şeylerdi bende uyananlar. Bunu sonuçlandırmak gerekiyordu. Onsuz kalma pahasına ona dürüst olmalıydım. Sekiz Mart’tı, hiç unutmam. Cafe’de oturuyorduk bir öğlen. Hemen döneceğimi söyleyerek çıktım dışarı. Çiçekçiye girdim. Önceden siparişini verdiğim siyah gülü aldım. Döndüm. Masada oturuyordu. Gülü uzattım. Hayretle yüzüme baktı. Dünya Kadınlar Günü’nü kutladım. Şaşırmış ve mutlu olmuş, çok ince düşünceli olduğumu söylemişti. Benim de hoşuma gitmişti sözleri. “Siyah gülün anlamını biliyor musun” diye sorduğunda, bildiğimi söylemiştim. “O halde neden siyah gül” diye sormuştu bu sefer. Başım dönüyor, kafamın içi uğulduyor, sözcükler boğazıma takılıyordu. Bir çıkıverseler ağzımdan, dökülebilseler rahatlayacaktım. Bir yerden girmeliydim söze. Bitirmeliydim, daha doğrusu başlatmamalıydım yaşanması olası güzellikleri.
Her tarafım titriyordu. Yüzümün kızardığını ateş basmasından anlamıştım. Mahcubiyet çökmüştü üzerime. Sesim çatallaşmıştı, ona karşı arkadaşlık dışında farklı duygular içinde olduğumu söylediğimde… Bunun hata olduğunu kabul ettiğimi ama önüne geçemediğimi, bu dostluğun burada bitmesini ve beni yanlış anlamamasını rica etmiştim. Özür dilerim bütün bunlar için dediğimde gözlerim dolmuş ve susmuştum. Bir laf daha etsem ağlayacağımı biliyordum.
Şaşkınlığı her halinden belliydi. Buğulanmış kara gözleriyle uzun uzun bakarak “delisin” demişti, “deli”! Hissettiklerimin doğal ve güzel şeyler olduğunu, bunun için bana teşekkür ettiğini söylediğinde bir nebze olsun rahatlamıştım. En azından kırgın bir ayrılık -ya da başlangıç adı her neyse artık- yaşanmayacağını düşünerek sevinmiştim. “Benim de sana karşı boş olmadığımı hala anlamadın mı?” dediğinde ise kulaklarıma inanamamış, sevinç delisi olmuştum. O hüzün, o gerginlik, o sıkıntı bir anda dağılmış; yüzümde gül bahçesinin irili ufaklı bütün çiçekleri açmıştı. Elini elimin üzerine koyup sağ gözünü kırparak seni seviyorum dediğinde düşsel bir dünyaya yolculuk yapıyorum diye düşünmüştüm büyük bir coşkuyla.
İşe nasıl döndük, neler konuştuk, nasıl çalıştım da akşam oldu hiç hatırlamıyorum. Ayağım yerden kesilmiş, mutluluktan uçar haldeydim. Ayrılmak, terslenmek, kırgınlık, kızgınlık beklerken, elime aşk uçağının birinci sınıf bileti verilmişti. Mutluydum çok mutluydum hem de.
Eve döndüğümde de kıpır kıpırdı içim. Yediğim yemeği, oturuşumu, kalkışımı ne konuşup ne dinlediğimi fark eder halde değildim. “Bugün sende bir hal var” dediğinde eşim; “ne balı” diye soracak kadar aptallaşmıştım. Sonradan toparlayıp, güya espri yaptığımı zannetsin diye de “hal, bal, dal sen orada kal” şeklinde bir şeyler söyleyip anlamsızca gülmüştüm. Boş boş bakmıştı suratıma.
Öğlen birlikteliğine, akşamları da eklemeye başlamıştık. Evlere dönüşleri, az sürelerde de olsa geciktiriyorduk. İş çıkışı el ele dolaşmalar, bir yerde oturup sıkı sıkı sarılmalar ve tabii liseli âşıklar gibi uygun fırsatlarda öpüşmeler. Sırılsıklam âşıktım ben bu kadına, açarı kaçarı yoktu, gözümde de dünya yoktu!
Aşkın doğasında vardır sevdiğinle birlikte olmak. Biz de bu kuralı yerine getirir olmuştuk. Bir arkadaşın yakın sayılabilecek bir yerde bekâr evi vardı. Yedek anahtarını almıştım. Anahtarı verirken; “yanlış anlama ama bu işler sana göre değil” diye de yol göstermişti kendince. Arada bir, işten birkaç saat önce çıkıp oraya gidiyorduk. Dikkat çekmemek için önce ben izin alıp çıkardım. Parkta oyalanırdım bir zaman. O gelince de dosdoğru arkadaşın evine.
İki farklı yaşantım vardı artık. Biri, sorumluluklarını ve daha fazlasını eksiksiz yerine getiren eşimle olan. Diğeri, uğruna her şeyi göze alabileceğim sevgilimle olan. Birinde huzur, dinginlik, rahatlık vardı. Diğerinde, kalp çarpıntısı, heyecan, yaşama sevinci.
Ne büyük bir açmazdaydım. Bir yanda eşim ve çocuklarım, diğer yanda onun eşi ve çocukları. Yaptığımın yanlış olduğunu düşünmeye başlamıştım sık sık. Ahlak anlayışım, aldığım terbiye, yetişme tarzım, içinde bulunduğum durumla çelişiyordu. Onunla olmanın tadı, coşkusu ise hiçbir şeyde yoktu. İkilemdeydim. Teraziye vursam hangisi ağır basardı biliyordum aslında.
Geceleri uyuyamıyordum. Sabah olmadan açıyordum gözlerimi. Çaresizce dönüyordum yatakta. Aklımda fikrimde hep o vardı. Yanımda olmasını, onunla uyanmayı ve güne onunla başlamayı ne kadar çok arzuluyordum. Onunla bir yaşamım vardı ama onsuzdum.
Sadece onsuzdum demek yeterli mi? Onursuzdum da. Kocasıyla birlikte yatıyor olması koymaya başlamıştı. Çay içmeye yanına uğradığımda, “hayvan herif” derdi kocasından söz ederek, “yine azmış rahat durmadı sabaha kadar”. Kızgınlığında samimiyet mi vardı yoksa benim tepki verdiğimi gördükçe kudurtmak için mi söylerdi bilmiyorum. Tek bildiğim o adamı alnının tam ortasından vurma isteğimdi. Müthiş kin duyuyordum. Domatesleri ellenmiş manav gibi hissediyordum kendimi. Yavuz hırsızdım, ev sahibini bastıran.
“Ne olacak sonumuz” diye sorardım. “Bilmiyorum” diye cevap verirdi. Hakikaten de bilenecek bir durum değildi. Böyle olmuyordu. Sahiplenme duygum öne çıkmış, kocasından kıskanır olmuştum. “Sanki sen evinde uslu musun” diye sorduğunda, suç işlemişim gibi boynumu büker sessizce “değilim” derdim. Bencildi düşüncelerim biliyordum ama ne yapayım, bencildim bu konuda.
“Seni çok seviyorum” derdi. “Ne senden önce bu kadar sevdim birisini, ne de senden sonra sevebilirim. Bir gün yaşlandığımda torunlarımı karşıma alıp, bir adamı öyle sevdim, öyle sevdim ki, ondan başkasını bir daha sevmedim, sevmeyeceğim de diyeceğim” derdi. Nasıl hoşuma giderdi, nasıl! “Ya ben” derdim, “ya ben, sana olan sevgim tariflere sığmıyor ki, kime, nasıl, ne şekilde anlatacağım?”
Evde durum pek iyiye gitmiyordu kendi adıma. Durgunluğumdan, halimden, tavrımdan bir şeyler olduğunu anlamıştı eşim. Bunca yıllık eşini tanıyacaktı elbette. Ters giden bir şeyler olduğunu bilecekti. Biliyordu da! Ben de onu çok iyi tanıdığımdan, olayı çözdüğünü kavramıştım. Bu konu hakkında ne soru sormuş ne de imada bulunmuştu. Sessiz bir suçlayış vardı ki; bu hepsinden de ağır geliyordu. Akan su yatağını bulur derler ya, öylece serbest bırakmıştı beni. Sadece, “olacakla öleceğin önüne geçilmez” deyip duruyordu iki laf arasında.
“Eşim farkında galiba olup bitenin, siz de durum nasıl” diye sorardım. “Nereden anlayacak bizim öküz” derdi, kocasını kastederek. “Önüne samanı koy, nerede bunun arpası demez” diye gülerek alaycı bir ifade takınırdı.
İçinde bulunduğum açmazdan çıkmam gerekiyordu. Geleceğe yönelik bir şeyler yapmalıydım. Zordaydım, dardaydım. Çözecek kişi ise elbette bendim. Boşa koysam dolmuyor, doluya koysam almıyordu. Durumu; ya olduğu gibi kabullenip devam edecek, ya da ikisinden birini tercih edecektim. Yol ayırımına geldiğimi hissediyordum kafamda kurguladıklarımla.
Evimi, yuvamı dağıtmadan bu sevdayı kalbime gömüp sessizce kapatacaktım konuyu, birinci seçenek olarak. Ya da diğer seçeneği uygulayacaktım. Ayrılıp eşimden, ceketimi alıp sessizce çıkıp gidecektim. Her koşulda büyük acılar çekeceğimi biliyordum. En kötü çözüm bile şu an içinde bulunduğum durumdan daha iyidir diye düşünmeye başlamıştım. Kendime olan saygımı kaybediyordum çünkü gün geçtikçe.
Ayrılmak! Tamam… Olur, boşanırım. Çocukları bırakırım annelerinin yanına. Sevgilim de ayrılır. Evlenir, yeni bir yaşam kurarız. İyi ama onun da iki çocuğu var, onlar ne olacak? Anneleri ile mi yaşayacak? Benim açımdan bir sıkıntı yok. Onlara karşı gayet iyi, düzgün ve sevecen olurum. Hiçbir özveriden kaçınmam. Gelgelelim ben o çocuklara babalık yaparken, benim çocuklarım ya babasız kalacak ya da başka biri onlara babalık yapacak… Yok, yok! Bu olmaz, olamaz… O halde ben de çocuklarımı yanıma alırım. Ona da kabul, alırım almasına, peki eşim ne olacak? O ne yapacak? Hayatta tek başına kalmayı başarabilecek mi? Eş yok, çocuklar yok! Sonu korkunç bir bunalım olabilir. Herhangi bir suçu ya da kusuru da yok bu meselede. Doğal olarak cezalandırılmış olacak durduk yere. Hem, çocukları yanıma alınca; iki bende, iki onda, eder dört. Bileşke aileye kesişim olsun diye bir tane de biz yapsak eder beş. Beş çocuk! Yok artık… Mümkün değil. Delirtirler insanı. Zamanla ne paylaşım kalır aramızda ne saygı. Tutku yok olur en önemlisi. Aşk bitecekse sonunda, bu yaşananlar niye? Çıl-dı-rı-yo-rummmm…
Öksürük nöbetiyle uyanmıştım güne. Haftalardır üst üste içtiğim sigarının haddi hesabı yoktu. Öleceksem ölsem de kurtulsam diyordum. Böyle yaşamak ölümden çok farklı gelmiyordu. Ölümü istemek aczin ifadesiydi ve ben acizdim gerçekten. Kendimi tam anlamıyla zavallı hissediyordum.
O sabah işe gittiğimde hemen izin alarak çıktım. Düşünmem, yalnız kalmam, bir karara varmam gerekiyordu. Bu duruma bilerek ve isteyerek gelmiş, şimdi de rahatsızlık duymaya başlamıştım. Eksik kalmış bir şeyleri yaşamış ve doyuma ulaştıktan sonra bırakma eğilimi baş göstermiş olabilir mi diye düşünüyordum aynı zamanda. Bilemiyordum… Bildiğim, karakterimdeki olayları yönlendirme güdülerimin ağır basmaya başlamasıydı. Gelişigüzel bir son yerine, duygularımla mantığımın çelişkisini ortadan kaldıracak bir tercihi uygulamaya koymalıydım.
Kendi tercihimi uygulamak? Evim, eşim, çocuklarım gelince gözümün önüne kıyamıyor, haksızlık yaptığımı düşünüyordum. Erik gözlüm gelince aklıma, mangaldaki pirzola misali cız cız ediyordu yüreğim. İşin aslı; her durumda kanıyor, lime lime oluyordu etim.
Bütün gün avare bir şekilde dolaşmış, akşam olunca dönebilmiştim eve. Eşim her zamanki gibi kapıda karşılamış, hoş geldin dediğinde gözlerini kaçırmıştı. Anlamıştım, ağladığını. Artık bu yükü kaldıramayacak duruma geldiğini görebiliyordum. Direnci tükenmekteydi. Onun adına çok üzülmüştüm.
Sabah sessizce kalkıp, kahvaltımı yapmadan çıktım evden. İşyerine gittim. Biraz sonra o geldi odama. Nerelerde olduğumu, aklının çıktığını, haber vermeden nasıl çekip gidebildiğimi, buna benzer bir sürü laf etti. Yüzüne bakıyordum öylece. Kızgınlık; güzelliğine güzellik katıyordu. Tutulmakta haklıydım ona. Güzel bir çiçeğin çekim alanına hangi kelebek girmezdi ki… Öğlen konuşuruz diyebildim sadece. Kapıyı çarpıp çıktı.
Öğlen yürüyerek gittik yemeğe. Yol boyunca konuşmadık. Oturduk bir lokantaya. Siparişleri verdik. Anlat bakalım nedir derdin diye doğrudan girdi konuya. Sıkıntılarımı anlattım. Bu durumdan rahatsızlık duymaya başladığımı söyleyerek, aklımdaki med-cezirlerden bahsettim. Bir tercih yapma noktasında olduğumu açıkladım yüreğim burkularak. Sessizce dinledikten sonra, “aklın başına yeni mi geldi?” dedi. “Yeni geldi” diye cevapladım. “Peki verdin mi kararını” diye merakla yöneltti sorusunu. “Verdim” diyebildim. “Kim” dediğinde gözlerini üzerimden ayırmadan, “eşim” dedim bir çırpıda. Buz kesti birden. Toparlayarak kendini, “iyi düşündün mü?” diye sordu. “Evet” dedim. Uzun cevaplar veremiyordum zaten. “Bitiriyorsun yani?” dediğinde, “bitmeli” dedim üzgün bir şekilde. “Kaçıyorsun?” dediğinde yüzüme dik dik bakarak, “belki” diyebildim. Başını sallayarak, “peki ama şunu bil ki; bir ilişki bitecekse bitiren ben olurum. Terk edilen olmayı asla sindiremem içime. Bitti dersen, bitirirsen, bana bir daha ulaşamazsın, senin için herhangi biri olurum, asla yaklaşamazsın bundan sonra yanıma” dedi sertçe. “Biliyorum” diyebildim sadece. Ayağa kalktı, çantasını omzuna takarken, “hoşça kal” dedi. Döndü ve gitti. Öylece kalakalmıştım. Garson yemekleri getirdiğinde gözlerimden damlayan yaşı silmeye çalışıyordum.
İki yabancıydık artık. Bir merhabamız bile yoktu. Paylaşımımız, ortak paydamız kalmamıştı. Sessizce gidip geliyordum işime. Donuklaşmış, eski neşemi kaybetmiştim. Yıkılmış, tükenmiş halim devam ediyordu. Kendimi toparlayabilmem için aradan biraz daha zaman geçmesi gerekiyordu. Zaman her şeyin ilacı derlerdi ya; ben de aynı ilaçla tedavi olmak zorundaydım. Kibrit çöplerini üst üste koyarak günlerce gecelerce yaptığı oyuncak evini kızgınlık sonucu yakmış çocuk gibiydim. Bazen pişmandım, bazen mutlu.
Eve yansıması olumlu olmuştu halimin. Bunca zaman sonra bile, bu konu hakkında tek kelime konuşmayan eşim, anlamıştı yeni durumu. Memnuniyeti davranışlarından belli oluyordu. Bez bebeğine tekrar kavuşmuş kız çocuğu şirinliğindeydi. “Aklın yolu birdir” deyip duruyordu iki laf arasında.
Annemi kaybettiğimde, ayrılığın üzerinden kısa bir süre daha geçmişti. İnsanın yaşı kaç olursa olsun, annesiz kalmak çok kötüymüş. Anne diyebileceğim, sarılıp konuşabileceğim, hala bu yaşta dizlerine uzanabileceğim kimsem kalmamıştı. Çok zor gelmişti. Son zamanlarında ihmal etmiş olmanın da verdiği sıkıntı ile oturmuştu yüreğime bu kaybediş. Ölüm izni ile yıllık izni birleştirerek, cenazeden sonra ana ocağında-baba evinde kalmaya başlamıştım. Ölü evinin ışığı yedi gece yanmalı demişlerdi. Önce o nedenle, sonra da baş sağlığına gelen ahbaplar bu evi bildiklerinden, şimdilik orada kalıyordum.
İşyerinden arkadaşlarım arayarak, öğle arası başsağlığına geleceklerini söylediler. Geldiler de. Oturmak üzere idilerdi ki, yeniden çaldı zil. Ayakta olduğumdan ben açtım kapıyı. Karşımda onu gördüm. İri gözleriyle bana bakıyordu. İnanamadım. Sevinçle karışık şaşkınlık yaşıyordum. Az kalsın boynuna sarılacaktım. “Merhaba, biz biraz geciktik, arkadaşlara yetişemedik” dediğinde anlayamamıştım biz’i. Ta ki; arkasında duran, yan serviste çalışan mendebur suratlı adamı görünceye kadar. İçeriye buyur ettim, oturdular diğerlerinin yanına. Başsağlığı diledikten sonra kalktılar hep birlikte. Balkona çıkarak seyrettim gidişlerini. Herkes geldiği arabaya yönelmişti. O da mendebur suratlı adamın arabasına biniyordu. Şirinlik muskasının üzerinde olduğunu görebiliyordum. Tek farkı, bir başkası için takılmış olmasıydı… Gözlerimden yaşlar dökülmeye başlamıştı balkondan döndüğümde. İçeride oturan eş, dost teselli etmeye çalışıyordu beni; “mekânı cennet olsun, nur içinde yatsın, ölenle ölünmüyor, bu kadar harap etme kendini.”
Leave a Reply