Yeşil Mavi

Ekran-Sahne, Hatice Beken

Bir Film, Bir Roman

“Hayat size hızını hatırlatmak için gürültü yapmaz ama sessizce süzülür… Sonuç ne olacaktır? Hayat hızla akarken siz başka şeyle meşgulsünüzdür. Bu sırada ölüm gelir ve buna hazır olup olmamayı seçme şansınız yoktur.” Seneca

Birisinin beni çağırdığını işitiyordum. Birisi, benim, vicdanıma varıncaya dek düşüncelerimi ve inançlarımı zincire vurmaya elverişli olan mesleğimin rahatlığına karşı tetikte olmamı sağlıyordu.” Şaka, M. Kundera

Yıllar var ki, romanları incelerken bir yandan da edebiyatın yaşamlarımıza etkisi üzerine düşünüyorum. Bu etkinin renklerini, yansımalarını da. Dahası, iyi edebiyat eserleriyle karşılaşan okurların, benliklerine bu eserlerin ne şekilde nüfuz ettiği de kurcalıyor kafamı. Bu merakımla alakalı en akılda kalıcı cevabı, Ernesto Sabato’nun romanın bilgeliğine dair sözlerinde bulmuştum. Şöyle diyordu Sabato: “Felsefe tarafından terkedilmiş, yüzlerce bilimsel uzmanlık alanı tarafından parçalanmış modern dünyada roman, insan hayatının bir bütün olarak kucaklanabileceği son gözlemevi olarak kalır.”

Peki bu hayatı bir bütün olarak kucaklayabilme uğraşına iyi filmleri de ekleyebilir miyiz? Bence ekleriz. Hatta bir adım ileri gidelim. İyi filmler de tıpkı iyi romanlar gibi zengin alt metinleriyle izleyiciyi çok katmanlı yorumlara davet ederler ve ayrıca “insanlık halleri”nin birçoğunu -iyi romanlarda olduğu gibi- iyi filmlerde de bulabiliriz. Ve ayrıca bu muhteşem sanat eserleri bazen birbirleriyle akraba da çıkarlar. Romanlar ve yazarlar başka roman ve yazarlarla; filmler başka filmlerle veya ne bileyim, yönetmenler dünyanın başka ucundaki yönetmenlerle. Gerçi öyle tuhaf bir dünyada yaşıyoruz ki, değerli şeyler az bulunurluklarının narinliğiyle sırra kadem basarken, piyasa işi bayağılıklar yapay çekicilikleriyle gözümüzün önünde salınmaktan geri durmuyorlar. Neyse ki internetten ararsanız, samanlıktaki iğneyi bile bulabilirsiniz. Ben de instagramda tanıdığım edebiyat ve sanat meraklısı Bir Hişt Sesi’yle yazışmalarım sırasında görmemi tavsiye ettiği “Woman in the Dunes” filmini bulup izledim. İyi ki de izledim.

Türkçe çevirisiyle Kumdaki Kadın, 1964 yapımı Japon Yeni Dalga filmi. Filmi Hiroshi Teshigahara yönetmiş. Başrollerde Eiji Okada ve Kyoko Kishida var. Hikâye tematik açıdan çok zengin: İnsanın insana ettiği kötülük, fakirlik, evin hapishaneye dönüşmesi, kuyu, kumun bitimsizliği, böcekler, kaybolma ve arayış, tutsaklık, kadın erkek ilişkileri, şiddet ve yanısıra baskı aygıtlarının insanlar üzerinden nasıl çalıştığı gibi… Kısaca filmin konusuna geçelim: Sahil köyünde böcekleri araştıran öğretmenimiz dönüş otobüsünü kaçırır. Köylüler bir geceliğine konaklaması için onu kumun ortasında, merdivenle inilen, derme çatma bir kulübede yalnız başına yaşayan bir kadının evine getirirler. Adam gece orada kalıp sabah işine dönmeyi planlamaktadır. Ne var ki uyandığında merdiveni bulamaz, onsuz da yukarıya bir türlü çıkamaz. Kadını uyandırır, durumu anlatır; kadın adamın taleplerini duymazdan görmezden gelir. Anlayacağınız, köylüler tarafından oyuna getirilen kahramanımız artık bu kuyudaki kulübede tutsak hayatı yaşamaya başlar. Kadın bir kum fırtınasında çocuğunu ve eşini kaybetmiştir; bildiği tek dünya içinde yaşadığı bu kuyudur. Her şeyden herkesten o kadar yoksundur ki hayalleri bile yoktur. Yaşadığı hayatı kanıksamıştır. Her gün bir önceki günün tıpatıp aynısıdır. Bitimsiz ve tekdüze bu gerçekliğe bilinç işlemez, zihin işlemez; hayatta kalmanın yolunu bu kabullenişte bulmuştur. Yine de bölük pörçük, dokunaklı bir düşü (radyo almak) ve kadınca arzuları vardır.

Filmin en çarpıcı yanlarından biri, yoksunluğun insanın bilincini nasıl da kapatabileceğine dehşet verici bir örnek sunması. Ve çarpıcı diğer bir yanı da kabulleniş. Bu kesif kabulleniş, adamın ve kadının güçlerini birleştirerek, kendilerine başka bir çıkış yaratmalarına da engel teşkil eder; birlikte gitme olasılığını akıllarına bile getirmezler. Aslına bakarsanız adam başlangıçta kuyudan kendi başına çıkabilmek için planlar kurar, başarır da. Yalnız iyice uzaklaşayım diye koşarken bir kum bataklığına gömülür, yardım çığlıklarını duyan köylüler onu çıkarıp tekrar barakanın çukuruna bırakırlar. Aradan aylar geçer; adam yaşadığı bu olumsuz koşullara alışır ve artık fırsat ayağına gelmişken bile eften püften bahanelerle kuyudan ayrılışını erteler. Filmin sonunda bir de bakarız ki kahramanımızın ismi yedi yıldır kayıplar listesindedir.

Biraz da şematize ettiğim bu hikâyeyi izlerken Buzati’nin Tatar Çölü’nü* hatırladım. Zira Buzati’nin bu romanı, kilometrelerce ötedeki Tashigahara’nın filmiyle akraba çıkıyor. Romanın ana kahramanı Gioavanni Drogo, tayinle Bastiani Kalesi’ne gelen çiçeği burnunda bir subaydır. Doğup büyüdüğü şehri, şehirle birlikte annesini, arkadaşlarını, gençlik eğlencelerini geride bırakmıştır; içi buruktur. Günlerce at sırtında geçen zorlu yolculuğunun ardından Bastiani’ye ulaştığında ise tam bir hayal kırıklığı yaşar. Kaleye en yakın yerleşim yeri 30 km. uzaklıkta bir kasabadır. Daha ilk gün buradaki yaşama dayanamayacağını anlar ve hemen tayinini ister. Kale Komutanı onun bu ateşli çıkışını bastırmayı başarır. Sınırın bir tarafının uçsuz bucaksız çöle açılması, diğer tarafının sarp dağlarla çevrili olması Giovanni’nin tutsaklığını pekiştirmekle kalmaz, dört ay içinde bu kapalı dünya yaşamının gerçeğine dönüşür. Kağıt oynamak, atlarla yarış, kasabadaki kadınlarla gönül eğlendirmek garnizondaki başlıca eğlencelerdir. Günlerin birbirini kovalamasına öylesine alışılmıştır ki olağan akışın azıcık yön değiştirmesi, mesela sınırda kımıldayan belli belirsiz kimi gölgeler bile büyük heyecan yaratmaya, gürültü patırtı koparmaya yetmektedir. Subay Ortiz, Drogo’yu daha yirmili yaşlarının ortalarındayken sıklıkla uyarmaktan geri kalmaz, seçimini özgürlükten yana yapmasını öğütler. Aslında romanın ilk bölümlerinden itibaren Kale’nin dışı özgürlüğü simgeler gibidir ve kitabı okurken hep Drogo’nun ardına bakmadan oradan kaçıp gitmesini dileriz.

Buzzati, gündelik yaşamlarımızın kâbuslarını, bu kâbuslardan bir an önce kurtulma becerisi ortaya koyabilmemizin zorluklarını dönüp dönüp gösterir bize ve ekler: Alışkanlıkların ayartıcı uykusu baldan tatlıdır ve sizi harcayabilir. Romanın dramatik yoğunluğu, onun bu iki ay içinde, şehir yaşamı ile Kale’deki hayatını terazinin kefelerinde tartıp değerlendirdiği bölümde doruğa ulaşır. Ne var ki terazi, kabuğundan bir türlü başını çıkaramayan kaplumbağanın elinde kalmıştır. Şehirde generalle tayini için yaptığı görüşme mesleki yaşamının seyrini tamamen değiştirebilecekken Giovanni generalin azarlamalarını onur kırıcı bir biçimde sineye çeker. Biz de tam o anda, Drogo’nun yaşamının şiirinin kayıplara karıştığını anlar ve yoğun bir hüzne kapılırız. Drogo ise sarsıntıyı çabuk atlatacak, yüreği özlemle dolu yine Bastiani yollarına düzülecektir. Sonrasında zamanda çok büyük bir sıçrama olur. Yüzellibirinci sayfada bir de bakarız ki kahramanımız kırklı yaşlarını devirmektedir. Romanın son sayfalarında ise Kale’deki ilk yılının ardından otuz beş yıl geçmiştir…

Pek çoğumuz bir biçimde yaşamın anlamını ararız ve bu arayış bazen bir ömür sürebilir. Giovanni’nin yaşam görüsü, orta yaşlılığına doğru ilerlerken o derece daralıyor ki, otuzlu yaşlarından altmışlarına varıncaya dek geçen zamanda yazar anlatısını on beş sayfaya sığdırabiliyor. Ve biz de birdenbire, kendimize dönüp korkulara kapılıyoruz. Sanırım tam da bu korkunun etkisinden olacak, bugüne kadar okuduğum kitapların hiçbirinde, roman kişilerinin, kendi uykularından uyanmalarını, ardından da kendi yaşamlarının anlamını aramaya koyulmalarını bu denli şiddetle arzulamamıştım. Aynı duyguyu “Woman in the Dunes” filmini izlerken de hissettim. Ve sonra yaşamlarımıza dönüp düşündüm. Çukurdaki hayatlarla, Bastiani Kalesi’nin duvarlarının içindeki hayatlarla kendi hayatlarımız arasında benzerlikler yok muydu? Bedenen ve ruhen özgürce gelişip serpilebiliyor muyduk?


Okura Dipnot, Yan Not ve Öneriler:

*Tatar Çölü, Dino Buzzati, İtalyanca Aslından Çeviren: Nihal Önol, 1996, Can Yayınları

Sistemin baskı aygıtları yoluyla insanlara ettiği kötülükle, insanın insana ettiği kötülük kanımca birbirinden besleniyor. Fakat yine kanımca sistematik, organize kötülük yok olabilirse, insanın insana ettiği de iyice görünür ve güçlüce ayıplanır olabilecek.

İyi, kalıcı edebiyat eserleri metinlerinde her iki tür kötülüğe de yer verirler. Kimi eserlerde birincisi, başka bazılarında da ikincisi daha baskındır. Tatar Çölü ve Kumdaki Kadın’ın sapasağlamlığı, hem sistematik hem de şahsi tahakkümün kefelerdeki ağırlıklarını çok dikkatlice tartıp verebilmesinde. Tabii yine kanımca…Ve tam da bu sebeple her iki eser de kaybolmayacak, eskimeyecek.

Son satırları da konuyla ilgili dikkate değer okuma önerilerine ayırayım:

Tolstoy, Lev, Diriliş

Dostoyevski, Fyodor, Cinler

Dickens, Charles, İki Şehrin Hikayesi

Flaubert, Gustave, Madam Bovary

Günümüze doğru usul usul seçimlik birkaç romana daha gelirsek:

Kafka, Franz, Şato, Dava, Dönüşüm romanları

Kundera; Milan, Şaka

O’Connor, Flannery, Zorbaların Elinde

Duras, Marguerite, Sevgili

Tabucchi, Antonio, Pereira İddia Ediyor

Maron, Monika, Uçucu Kül

Clement, Jennifer, Kadınlar Ormanı

100% LikesVS
0% Dislikes

Leave a Reply