Geçen gün bir video izledim. Gizem Erbirer ismini de bu vesileyle duymuş oldum. Kendisi bebek/çocuk bakımı ve annelik ile ilgili videolar hazırlıyor. Ben kanalındaki videoların hepsini izlemedim ama özellikle çocuklarla ilgili tuvalet iletişimine yönelik deneyimlerini paylaştığı bir video çok ilgimi çekti. Bununla ilgili izlenimlerimi sizlerle de paylaşmak istedim. Sözünü ettiğim videonun linkini buraya bırakıyorum.
Gizem Erbirer, bu videoda çocukların tuvalet alışkanlıklarına yönelik olarak bakım verenlerin (genellikle anneler, ne yazık ki!) yapmasını önerdiği iletişim yöntemlerine ilişkin görüşlerini paylaşmış. (Aslında kendisi daha çok ‘bebeklerle’ ilgili tuvalet iletişimine odaklanmış ama ben biraz geniş çerçeveden yorumlayıp konuyu ‘çocuklarla’ ilgili iletişim olarak anlamayı tercih ettim.) Bu çerçevede hem konuyla ilgili -yararlandığı kitaplardan da söz ederek- genel düşüncelerini paylaşmış hem de kendi oğlu (ismi: Gece) üzerinden yaşadıkları deneyimleri aktarmış.
Öncelikle belki kullanılan dil sizin de dikkatinizi çekmiştir: Video, çocuklara verilen “tuvalet eğitimi”nden bahsetmiyor. Bunun yerine konuyu çocuklarla birlikte yapılan “tuvalet iletişimi” kavramıyla değerlendiriyor. Videoda neden böyle yaptığını açıklıyor aslında. Eğitim, konuyu daha iyi bildiği varsayılan bir tarafın (öğretmen, usta, ebeveyn, vd.) diğer tarafa bilgi aktararak ona şekil vermeye çalıştığı bir faaliyet olarak görülür genelde. Bu nedenle çoğunlukla tek taraflı bir akış vardır. Buna karşın “iletişim”, sözcüğün kendisinin de çağrıştırdığı gibi karşılıklı yapılan alış-everişi içeren, iki taraflı bir faaliyettir, “eğitim”e göre çok daha fazla bir etkileşim içerir.
Ben de konuyla ilgili şimdiye kadar -muhtemelen sizler gibi- hep “tuvalet eğitimi” kavramını duyardım. O da genellikle bebeğin bezi bırakması, tuvaletini haber vermesi, kendi başına tuvaletini yapmayı öğrenmesi gibi konularla ilgiliydi. Çocuğa bakım veren kişi, çocuğu “eğiterek” bu amaçlara ulaşmasını sağlar ve böylece “tuvalet” konusu da bir sorun olmaktan çıkardı.
İlk defa bu videoda tuvalet iletişiminin amacının bunlar olmadığını duymuş oldum. Gizem Erbirer, tuvalet iletişiminin temel amacının bir an önce çocuğa bezi bıraktırmak, tuvaletini kendi başına yapmasını öğrenmek vs. olmadığını, bunun yerine çocuğun tuvaletini en rahat ve mutlu bir şekilde yapacağı koşulları hazırlamak olduğunu belirtiyor.
“Tuvalet iletişimi, asla tuvalet eğitimi değildir; amaç bebeğe bezi bıraktırmak veya bir an önce bezden kurtulmak veya bütün tuvaletlerini haber vermesi değildir. Tuvalet iletişimi diğer bütün; açlığını giderme, uykusuzluğunu giderme gibi bebeğin temel hayati ihtiyaçlarına cevap vermektir; bu nedir, tuvaletini yaparken üstünü kirletmeme ihtiyacı. Çünkü aslında bütün memeliler gibi biz de tuvaletimizi yaparken üstümüzü kirletmek istemiyoruz. Ama bir süre sonra ihtiyacına cevap verilmeyen bebekler, bezi tuvalet olarak benimsiyorlar ve tuvaletlerini oraya yapmaya başlıyorlar. Fakat başlarda bu temel ihtiyaç çok yüksek ve bebeğinizin sebepsiz ağlamalarının bir sürüsünün altında bu yatıyor olabilir. Özetle, tuvalet iletişimi asla tuvalet eğitimi gibi bebeği bezden kesme üzerine kurulu bir sistem değil, bebek ve bakım vereni arasında bebeğin ihtiyaçlarını giderme üzerine kurulu bir iletişim dilidir.”
Aynı şekilde videoda bolca atıfta bulunulan Evren Bay Şengül’ün “Tuvalet İletişimi” adlı kitabından da şu cümleler alıntılanmış:
“Bir bebekle tuvalet ihtiyacı üzerinden iletişime geçmek, tuvalet bağımsızlığını öğretmeye odaklanmış, lineer bir süreç değildir. Nasıl emzirmenin hedefi emzirmeyi bırakması değil de beslenmesiyse tuvalet iletişimi de emzirme gibi bebeğin ihtiyaçlarına cevap vermenin bir yoludur; tuvalet bağımsızlığı, elbette kaçınılmaz bir sonucudur ama tuvalet iletişiminin asıl hedefi değildir. Emzirmenin de tuvalet iletişiminin de esas amacı, bebeğinizle sevgi dolu bir şekilde ilgilenmektir; şimdi ve şu anda. Bebeğinizin ihtiyaçlarını anlamayı ve onlara anında cevap vermeyi öğrenerek size ve çocuğunuza bir hayat boyu eşlik edecek yetenek ve değerlerinizi geliştirirsiniz.”
Erbirer, bunu sağlamak için üç tür tuvalet iletişim yöntemi olduğundan bahsetmiş: Süreli Tuvalet İletişimi (Tİ), Yarı zamanlı Tİ ve Tam zamanlı Tİ. Videoda bunlardan bol bol bahsedildiği için ben burada ayrıntılara girmiyorum. Hatta özellikle Tİ ve gece tuvalet iletişimi konularıyla ilgili ayrı bir program da hazırlamış. İlgilenenler için onu da buraya bırakıyorum.
Daha önce bahsetmiş olduğum Nihan Kaya’nın İyi Aile Yoktur kitabında da temel olarak çocuğa verilecek en büyük hediyenin ve en doğru bakım şeklinin, çocuğun “değerli” olduğunun hissettirilmesi olduğu altı çizilerek belirtiliyordu. Gerçekten de kendi çocukluğum da dahil olmak üzere çevremde gördüğüm insanların çok büyük kısmında ebeveynlerin çocukları için çok fazla şey yapmaya çalıştıklarını ancak buna rağmen çocuklarına “değerli olma” ve “kendini değerli hissetme” duygusunu yeterince veremediklerini gözlemliyorum. (Çok mu acımasız oldu? 😊) Çevremizde kendisini seven, beğenen hatta bencil diyebileceğimiz kadar kendini düşünen çok sayıda insan görebiliriz. Ama bunlar da dahil olmak üzere (hatta belki en çok bunlar!) gerçek anlamda sevildiğini hisseden, değerli olduğunu duyumsayan, kendini değerli gören kaç tane insan vardır acaba? Ben gerçekten çok az görüyorum. Dünya ve ülke olarak yaşadığımız koşulların zorluğu ortada. Buna paralel olarak birçok konuda sıkıntılar yaşandığını biliyoruz. Ama bunları da aşan bir şekilde bir sürü insanın sinir, stres, mutsuzluk içerisinde kıvranıyor olmasının -ya da hadi hafifleterek söyleyelim; kendini yeterince mutlu hissetmiyor olmasının- en temel nedenlerinden birisinin de, özellikle çocukluktan gelen ve sonra da bir türlü onarılamayan kendini değerli hissedememe duygusu değil midir?
Buna karşın bir insana bebeklikten başlayarak onun ihtiyaçlarını anlama ve giderme konusunda yardımcı olunduğunda bambaşka bir kişinin ortaya çıkabildiğini biliyoruz. Düşünsenize, siz kendinizi ifade edemiyorsunuz ama herhangi bir sıkıntınız var mı diye sizin gözünüzün içine bakan, size yardımcı olmaya, sizi mutlu etmeye çalışan bir (veya daha çok) insan var çevrenizde. Bu şekilde sizden bir şey beklemeyen, sizi sadece siz olduğunuz için seven, mutlu olmanız için gereken her türlü koşulu sağlamaya çalışan bir ortama doğduğunuzda, gözünüzü böyle bir dünyaya açtığınızda ve en azından kendinizi bulana kadar böyle bir sevgiyi gördüğünüzde, kendinizi çok daha değerli hissedersiniz. Ve bu duygu, belki bir ömür boyu, sizin sorunların üstesinden gelmenize ve sağlıklı, güçlü ve mutlu olmanıza yardımcı olur.
Anne-babalarımız bizim gözlerimize bakarak mı büyüttüler bizi bilmiyorum ama insanların genel ruh haline bakarak çoğunluğun böyle olmadığını söyleyebiliriz sanırım. Açıkçası bizleri büyütenlerin kendi ebeveynlerinden ne gördükleri de ayrı bir konu tabi. Yine de eğitim düzeyinin yükselmesi, çocuk haklarındaki gelişim, doğru ebeveynlik uygulamaları konusunda dünyanın genelinde artan farkındalık vd. nedenlerden dolayı son dönemlerde bu konuda biraz yol alındığını söyleyebiliriz. En azından bir süredir anne-babaların çocuklarıyla (özellikle “Z kuşağı”) daha yakın ilgilendiklerini, onlara sevgilerini gösterdiklerini ve kendilerini değerli hissettirmeye çalıştıklarını görebiliyoruz. Bu anlamda önümüzdeki kuşakların daha fazla kendine güvenli, haklarına sahip çıkan, yaşamında söz sahibi olmak isteyen insanlar olacağından kuşku yok. Ancak tabi onların da şu anda dünyanın geldiği durum, muhtemelen yüz yüze kalacakları çok ciddi ekonomik, sosyal, kültürel vs. problemler nedeniyle ne düzeyde mutlu olup olamayacakları da ayrı bir konu. Yine de ben, tüm dışsal etkenlerden bağımsız olarak çocuklara verilen sevgi ve kendini değerli hissetme duygusuyla insanın genel mutluluğu arasında oldukça doğrudan bir ilişki olduğunu düşünüyorum.
Tekrar “tuvalet iletişimi” konusuna dönersek… Çocuk sahibi olmak zor bir iş. Bir çocuk kendisi istediği için dünyaya gelmiyor. Birileri çocuğu dünyaya getirmeye karar veriyor ve onun için geliyor. Böyle olunca da çocuğu dünyaya getirme kararını veren kişilerin bununla birlikte paket olarak gelen ona karşı görevlerini yerine getirmeleri (onu doğduğu andan itibaren belirli bir zamana kadar sağlıklı ve mutlu kılmak, o zamandan sonra da gelecekte çocuğun kendisinin sağlıklı ve mutlu olmayı başaracağı altyapıyı sağlamak, vb.) gerekiyor. Bu görevler, toplumda çoğu zaman daha ekonomik ve sosyal görevler (iyi beslenmesi, iyi giydirilmesi, iyi okullara gönderilmesi, vb.) olarak anlaşılıyor. Ancak bu konularda gösterilen hassasiyetin daha temelde ve belirleyici olduğunu düşündüğüm psikolojik boyutları (çocuğun sevildiğini bilmesi, kendini değerli hissetmesi, mutlu olması vb.) konusunda gösterilmediğini gözlemliyorum. Nihan Kaya’nın kitaplarında verdiği çok güzel örnekler var: Hiçbir çocuk oturdukları ev yeterince büyük değil, elbisesi yeterince ütülü değil ya da evde yediği yemekler yeterince lezzetli değil diye travma yaşamıyor. Ancak babanın ilgi göstermediği, annenin bağırdığı, öğretmenin vurduğu veya çevresindeki kimsenin duygularını ve düşüncelerini sormadığı çocuklar, hem kendileri mutsuz oluyorlar hem de bulundukları toplumların içinde sorun üretme potansiyeli taşıyorlar. Daha da kötüsü; bu insanlar başlarına ne gelirse gelsin, ne kadar kötü muameleye tabi olurlarsa olsunlar, bunları büyük ölçüde sineye çekiyorlar ve kaderleri olarak yaşamaya devam ediyorlar. Ya da tam tersine, bir şekilde ellerine güç geçince de yılların getirdiği hınç, nefret ve öfke ile güçlerinin yettiği herkese yapabilecekleri her türlü kötülüğü yapıyorlar.
Bir ara özet olarak; benim gördüğüm, bir toplumun sağlıklı ve mutlu olabilmesi için bireylerin (en azından çoğunun) sağlıklı ve mutlu olmaları gerekiyor. Bunun yolu da bu bireylerin sağlıklı ve mutlu bir çocukluk yaşamalarından geçiyor. Sevildiğini hisseden, kendini değerli gören, mutlu büyüyen çocukların varlığı, bütün bir toplumun iyiliği için “olmazsa olmaz” oluyor.
Dolayısıyla; insanlar sevilmek istiyorlar, değer verilmek istiyorlar, ciddiye alınmak istiyorlar. Bunun yolu da; öncelikle çocukken sevilmek, değer verilmek, ciddiye alınmaktan geçiyor. Çocukken bu duyguları yaşamamış birisinin büyüdükten sonra sağlıklı kalabilmesi açıkçası oldukça zor. Ya da bunu telafi etmek için çok daha etkin bir çabanın yürütülmesi gerek ki şu koşullarda kimsenin ona ne zamanı, ne enerjisi ne de inancı var.
Peki bir çocuk, bir bebek sevildiğini nasıl hisseder, kendini nasıl değerli görür? Herhalde en başta bakım veren kişilerin onun gözlerinin içine bakıp “iyi misin, mutlu musun, bir sıkıntın var mı, varsa hemen yardım edeyim” demesiyle. Nasıl yemesiyle ilgileniyorsak, üşümesini engellemeye çalışıyorsak, güvenliğini sağlıyorsak aynı şekilde doğru bir tuvalet iletişiminin de bir çocuğun mutlu olması, sevildiğini bilmesi, kendini değerli hissetmesi için en önemli gerekliliklerden birisi olduğunu bilmemiz gerekiyor sanırım. Bir çocuğun temel yaşamsal problemlerinin çözümü konusunda her an yanında olan bir kişinin ona vereceği sevgi ve güven kadar değerli bir şey yok herhalde hayatta.
Ben hep şunu düşünürüm: Bugün ülkemizde yaşanan, yüz yüze kaldığımız ve şikayet ettiğimiz çoğu davranışı; kendisini seven, değerli hisseden bir insan üzerinde yapamazsınız. Kendini seven, değerli gören bir insan; bu trafik sorunu, hava kirliliği, gürültü, işsizlik, iş bulabildiyse düşük ücret, kötü muamele, mobbing, vb. sorunlar ile yaşayamaz, bunları sineye çekemez. Kendine değer veren bir kişi, bu iktidarın her gün gördüğümüz şu uygulamalarını kabul etmez, ne yaptığını bilmeyen bu muhalefetin şu haline razı olmaz, sürekli yalan yazan bu gazeteleri okumaz, sürekli kötülük üreten bu televizyonları izlemez. İstese de yapamaz zaten, kendine saygısı buna izin vermez. Bütün bunları, ancak kendini sevmeyen/sevemeyen ya da kendini değerli hissetmeyen/hissedemeyen insanlara yaptırabilirsiniz. Onun için ki bu tür olaylara aklı başında bir Batı ülkesinde çok rastlamıyor, ancak ortalama bir Ortadoğu/Asya/Afrika ülkelerinde görebiliyoruz.
Geçen hafta İzmir depremine üzüldük. Bu kaçıncı deprem ve daha sırada kaç tane var? Hangi felakette, kimin başına ne gelecek? Bilmiyoruz. Sadece bütün bunları ancak izliyor ve başımıza gelecek olanın gelmesini bekliyoruz. Neden? Çünkü kendimizi sevmiyoruz. Çünkü kendimizi değerli görmüyoruz. Çünkü değerli değiliz. Çünkü çocukluğumuzdan beri değerli değildik. Bebekliğimizden başlayarak sevildiğimizi hissetseydik, değerli olduğumuzu bilseydik, kendimizi hakları olan, sevilmeye layık bir insan olarak görseydik, bambaşka bir dünya/ülke/toplum/yaşam isteyecektik ve onun için uğraşacaktık. Ama öyle hissedemediğimiz için önümüze konan hayatı yaşıyor ve hatta çoğunlukla buna da şükrediyoruz.
Onun için: Çocuklukta tuvalet iletişimi, önemli ve gereklidir 😊
Leave a Reply