Tabu oyununu sevmeyen yoktur herhalde. Bir varlığı/olayı anlatırken onunla ilişkili bazı kritik sözcüklerin kullanılmasının yasak olduğu bu oyun, hem zeka ve teatral anlatım yeteneğini geliştiren hem de oldukça eğlenceli bir oyundur. Buna karşın bu oyuna ismini veren tabu kavramıyla ilgili aynı şeyi söylemek mümkün değil sanırım. İnsanların çeşitli konularda kutsalları olmasına karşın tabular, genellikle çok açıktan savunulan konular değiller. Bu çerçevede düşünürsek şimdiye kadar tabuları seven ya da açıktan savunan kimseyi görmedim desem yeridir.
Ancak tabular, yaşantımızda çok sayıda varlar ve oldukça etkili oluyorlar diye düşünüyorum. Dünyada hemen her ülkede belli konular tabu olarak nitelendirilip dokunulmaz olarak görünüyor ama özellikle kapalı ve muhafazakar toplumlarda kutsal ya da yasak olarak göründüğü için her türlü tartışma, değerlendirme ve değişime kapalı çok sayıda konunun bulunduğunu görüyoruz. Örneğin bugün ülkemizde bir kişi, içinde din, devlet, Atatürk, şehit, bayrak, Ermeni, Kürt, Alevi, eşcinsel, vb. kavramlar geçen bir ifade kullanırken son derece dikkatli olmak durumunda. Çünkü her an bu kavramlarla ilgili her türlü tartışma, eleştiri ve değişime kapalı kişiler ya da doğrudan devlet tarafından “kutsal değerlerimize saldırı” adı altında cezalandırılma riskiyle karşı karşıya bulunuyor. Ben, kutsal kabul edilen her türlü varlığın ve dolayısıyla her türlü tabunun rahatça tartışılabilmesi gerektiğine inanan birisi olarak tabuların sayısı ve çeşitliliği ile toplumların gelişmişlik düzeyi arasında ters bir orantı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca özgür bir şekilde tartışılmayan konularla ilgili sağlıklı bir düşüncenin gelişmesinin de mümkün olmadığına inanıyorum. Yine de bu kavramın oldukça geniş ve derinlemesine tartışmayı hak eden bir konu olması nedeniyle sözü daha fazla uzatmayıp asıl konuya gelmek istiyorum.
Ülkemizin tabular konusunda oldukça zengin bir coğrafya olmasına karşın çeşitli bedelleri ödemeyi göze alan insanların da çabasıyla artık bu konular, bir nebze de olsa tartışılabilir hale gelmiş durumda. Yukarıda örneklerini verdiğim konularla ilgili artık çeşitli kitaplar yayınlanabilmekte ve ciddi düzeyde tartışmalar yapılabilmektedir. Ancak geçenlerde okuduğum bir kitap, bu konularda benim için bir ilk oldu. Nihan Kaya’nın kitabı, “İyi Aile Yoktur”, aile ve özellikle ebeveynlik ile ilgili farkında olduğumuz ya da olmadığımız bir tabuyu tartışma konusu yapması açısından oldukça ilgimi çekti. Son dönemlerde okuduğum en cesur kitaplardan birisi, hatta herkes tarafından oldukça hassas kabul edilen ve üzerinde çok durulmayan bir kurum olan anne-babalığa yönelik eleştirileri açısından belki de birincisi olduğunu söyleyebilirim. Bugün sizlere bu kitaptan söz etmek istiyorum.
Kitabın yazarı, Nihan Kaya, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Edebiyatı bölümünden mezun olup İngiltere’de psikanaliz üzerine yüksek lisans yapmış ve daha sonra da karşılaştırmalı edebiyat alanında doktorasını tamamlamış.
Adından da anlaşılacağı üzere kitapta çok temel bir iddia ortaya atılıyor (“iyi aile yoktur”) ve kitap boyunca da çeşitli başlıklar üzerinden bu tez tartışılıyor. Aslında bu haliyle bu görüş ilk bakışta biraz sert ve acımasız gibi duruyor. Ancak yazar, en genelde, her bir anne-babanın da birileri tarafından yetiştirildiğini, onların da daha öncekiler tarafından yetiştirildiğini anımsatarak mevcut durumda çocuğun yetiştirilmesinde önceki süreçlerden kalan bütün zaafların kendini gösterdiğini iddia ediyor. Dolayısıyla her ailenin kendilerinin mükemmel olmadığını, belirli eksikliklerin olduğunu kabul ederek çocuklarını yetiştirmeleri gerektiğine işaret ediyor ve özellikle şu noktaların altını çiziyor:
“İyi aile yoktur. Ya da paradoks şu ki, iyi aile, ‘İyi aile yoktur’ düsturuyla hareket edebilen aile olabilir ancak. En iyi anne-baba bile çocuğuna zarar verir. Anne-babanın çocuğa verdiği zararı örtbas edebilmek için anne-babalık kurumsallaştırılmış ve kutsallaştırılmıştır.”
Burada kullanılan “iyi” kavramının her zaman tartışmaya açık ve felsefi bir kavram olması nedeniyle ben kitap boyunca ifadeyi “mükemmel aile yoktur” şeklinde anlamaya ve bu çerçevede yazılanları yorumlamaya çalıştım.
Bu görüşü savunurken Nihan Kaya’nın kitapta dayanak olarak aldığı temel konulardan bir tanesi, “saygı” konusu. Bugün yetişkinler arasında da kafaların oldukça karışık olduğu bu kavramla ilgili olarak Kaya, özellikle çocuk eğitiminde “saygı” kavramının sıklıkla “itaat” ile karıştırıldığını ileri sürüyor. Çocukların yaptığı ve bizim çoğunlukla “saygısızlık” olarak ifade ettiğimiz davranışların (büyüklerin dediğini yapmak, büyüklerden önce sofraya oturmamak, büyükler varken konuşmamak, büyüklerin yanında ayaklarını uzatmak vb.) aslında gerçek anlamda “saygı” kavramı ile ilişkili olmadığını, bunların olsa olsa “itaat” kavramı ile ilişkilendirilebileceğini söylüyor:
“Saygı, maalesef ülkemizde çok yanlış kullanılan, içi boşaltılmış bir kavram. Saygı, itaat değildir. Karşılıklı olmayan, hiyerarşiye dayalı bir şeye saygı adını vermek çok zor. ‘Anne-babaya saygı’, ‘büyüklere saygı’, ‘öğretmene saygı’, ‘devlete saygı’ gibi kalıplar, kültürümüz içinde klişeleştirilerek öz anlamından koparılıyor ve saygıya yaptıkları vurgu, aslında saygısızlığı meşrulaştırmak için kullanılıyor. Bugün ‘anne-babaya saygı’ adı altında rastladığınız söylemlere bakın, bunların aslında alttan alta çocuğa saygısızlığı savunduğunu ve anne-babaya yahut herhangi birine saygıyla da ilgisi olmadığını göreceksiniz.”
Burada Kaya, “saygı” ifadesi altında ilgili muhatapla (anne-baba, yaşça kendinden büyük olanlar, öğretmen, devlet, vb.) çocuk arasında bir hiyerarşi yaratıldığını ve çocuğun bu yerleşimde altta bırakılarak “üst”e itaat etmeye zorlandığını, bunun da çocuğun kendini değersiz hissederek özgür bir şekilde kişiliğini geliştirmesini engellediğini belirtiyor. Ayrıca bu şekilde çocuğun tüm ilişkilerini de bu yapıya göre kodladığını belirterek bunun sonucunda “alt” olmamak için “üst” olmaya çalıştığını, böylece eşitlik ve karşılıklı saygıya dayalı, dengeli bir ilişki yerine bütün ilişkilerinde bu hiyerarşiye göre davrandığını ifade ediyor. Çocuklarda görülen hayvanlara eziyet, sınavda hile, oyunda mızıkçılık, yalan söyleme gibi hareketlerin, bu çarpık “saygı” anlayışının bir sonucu olarak çocuğun kendisini “üst” hissedeceği bir paye bulur bulmaz “alt”ını ezme anlayışından kaynaklandığını belirtiyor.
Bu şekilde anlaşılan bir “saygı” maskesi altında saygısızlığın tüm toplumda normalleştiğini ve dolayısıyla herkesin hayatının da normali haline geldiğini ifade ediyor. Bu nedenle şu iddiada bulunuyor:
“Yetişkinler itaati büyümekle karıştırırlar. Halbuki itaat, çocuğun en büyük ahlaksızlığıdır. Kişinin aile kurumu ve kendi ailesine dair sadece olumlu ifadeler kullanması, saygı değil itaat kültürünü içselleştirdiğinin kanıtıdır.”
Kitapta altı çizilen en önemli konulardan birisi de çocuklardan beklenen fedakarlıklar. Aslında yetişkin gözüyle bakıldığında normal olarak görülen bir sürü davranışın çocuk gözüyle bakıldığında çocuğun yaptığı fedakarlık olduğunun anlaşılması gerektiğini iddia ediyor yazar. Buna göre tartışmaya çok açık bir konu olduğunu bilmesine karşın özel günlerdeki törenlerde (23 Nisan, 19 Mayıs vb.) çocukların ayakta, soğukta bekletilmesi veya sırf anne-babalar istediği için misafirlikte sessizce oturtulmaları gibi birçok davranışı tartışıyor ve bu tür hareketlerin, çocukların kendileri için bir anlamı olmadığı halde yalnızca büyükler için yaptıkları birer fedakarlık olduğunu belirterek çocukların bunlara zorlanamayacağını savunuyor:
“Çocuk herhangi bir fedakarlıkta bulunmak istediğinde bunu kendi rızasıyla yapmalıdır, başka türlü bir zorlama, bize fedakar değil, otorite karşısında korkak, içten pazarlıklı ve düzenbaz bireyler olarak dönecektir.”
Yine bu konuyla bağlantılı şekilde kitapta tartışılan önemli konu başlıklarından birisi de eğitim. Kaya, bu çerçevede çocukların eğitim adı altında özgür iradelerinin kırılarak standart anlayışa boyun eğdirildiklerini iddia ediyor:
“Genel olarak okul sistemiyle aslında yapılan, çocuğu otorite tarafından belirlenen bir standarda uygunluğuyla ölçüp değerlendirmek, o standarda uygun hale getirmeye çalışmak ve çocuğun o standart ile uyumlu olduğu ölçüde iyi, değerli, başarılı olduğu fikrini dayatmak, çocuğa kendisine değil, başkasına yarar hale dönüştürmektir.”
Ayrıca toplumda çocuklarla ilgili genellikle iyi niyetlerle dile getirilen “çocuklar zayıf, masum, korunmasız yaratıklar. Çocukları incitmeyin!” gibi söylemlerin de çocukların yararına olmadığını belirterek şu önerilerde bulunuyor:
“Bunun yerine , çocuğunuzun zayıf değil, eleştirel düşünebilen, iradesi güçlü, özgür iradesiyle karar alabilen ve uygulayabilen, karşı çıkabilen, kendisini ifade edebilen, düşünce ve hisleriyle bağ kurabilen, kendisiyle, anne-babasıyla, dünyayla gerçek anlamda iletişim kurabilen bağımsız bir birey haline getirmeye çalışın.”
“Bir çocuğun mutlu bir yetişkine evrilebilmesi için anne-baba olarak yapabileceğimiz tek bir şey ama tek bir şey vardır: Çocuğun kendisini değerli hissetmesini sağlamak.”
Ayrıca çoğu ebeveyn-çocuk ilişkisinde, anne-babanın onlar için çok fedakarlıklar yaptığı, her türlü zorluğa göğüs gerdikleri, bu nedenle çocukların da onların değerini bilmeleri ve nankör olmamaları gerektiği ifade edilir. Buna göre çevremizdeki birçok insanın özellikle anne—babaları yaşlandıkça onlara olan borçlarını ödemek için bu kişileri yaşamlarının merkezine koyduklarını ve birçok konuda büyük fedakarlıklar yaptıklarını biliyoruz. Çocukken anne-babanın yaptıklarına karşılık büyüdükçe insanların onlara karşı sorumluluklarının arttığını düşündüklerini ve çocukluktan kalan borçlarını ödemek için yoğun bir çaba içerisine girdiklerini görüyoruz. Bu konuyla ilgili de yazar, farklı düşünüyor:
“Çocuk hiç kimseye borçlu doğmaz. Birinden istediğimiz bir iyilik karşısında borçlu olabiliriz sadece. Doğurulmayı sizden çocuğunuz talep etmedi, onu kendi istek ve iradesi dışında siz dünyaya getirdiniz. Bu nedenle ben senin için şunları şunları yaptım, bana borçlusun demeye hakları yoktur.”
Nihan Kaya, çocukların toplum tarafından borçlu hale getirilmesinin en önemli araçlarından birisinin de dinler olduğunu iddia ediyor. Bunu bir örnek üzerinden tartışan Kaya, Kurban Bayramı’nın çıkış noktası olan İbrahim Peygamber’in çocuğunu kurban edeceği sırada koç indirilmesi konusuyla ilgili olarak:
“İbrahim’den çocuğu istendi, çünkü ‘çocuğu en değerli varlığıydı’ şeklinde bir görüş var. Ne var ki çocuk, bizim sahip olduğumuz bir şey değildir. Çocuk, bizden ayrı, tek başına, özel, özerk bir varlıktır. Bir çocuğu ‘feda etmek’, öldürmek, nasıl bizim tasarrufumuzda olabilir?
Hiçbir yanlışı olmayan, günahsız çocuğa, ne kadar fedakar olduğumuzu ispat edebilmemiz için onu kesmemiz gerektiğini söylemek, henüz çok hassas, egosu zayıf çocukta derin bir suçluluk duygusuna, onarılmaz şekilde yaralanacak bir psikolojiye neden olur. Yetişkinsiniz, güçlüsünüz, eğer istiyorsanız, size ait bir şeyi feda edebilirsiniz.”
Kaya’ya göre kültür, ailenin ailesidir. Buna göre bir toplumun içinde yaşadığı kültürde belli sorunlar ve aksaklıklar varsa bunlar da aileler üzerinden sonraki kuşaklara taşınmakta ve her dönemin çocukları için olumsuz olabilecek özellikler barındırabilmektedir.
Kitapta geniş bir şekilde tartışılan konulardan birisi de çocuğun yetişme sürecinde ona bağımsız bir kişilik olarak var olma hakkının tanınmadığı toplumlarda çocuğun giderek otoritenin etkisi altında kaldığı ve kendisinin de otoriterleştiği şeklindeki görüştür. Bununla ilgili olarak yazar:
“Otoritenin beyanını ve perspektifini doğru bulma temayülü, çocukken bağımsız ve eleştirel düşünebilme yeteneğimizin yeterince geliştirilememiş olmasından kaynaklanır.”
“Konu ister vatan olsun, ister aile/toplum, ister kişisel konular, iyi bir şeyler için birilerinin ya da bir şeylerin ‘feda edilmesi’ gerektiği düşüncesi, kötülüğün en yaygın kaynağıdır.”
Nihan Kaya, görüşlerini ifade ederken özellikle çocuğun kırılgan ve olaylara karşı duyarlı yapısının önemini temel alıyor. Aynı olayın büyüklere etkisiyle çocuğa etkisinin son derece farklı olabileceğinin her an akılda tutulması ve davranışların da buna göre şekillenmesi gerektiğini belirtiyor. Bu çerçevede korunmaya ihtiyacı olanın anne-baba değil, çocuk olduğunu vurguluyor.
Yazar, genel olarak ilişkilerdeki özgürlük kavramının da altını çizerek bir ilişkinin ancak özgür olduğu ve insanlara mutluluk verdikçe sürmesi gerektiğini iddia ediyor:
“Yalnızlığımız değerlidir; bir başkasını da hayatımıza yalnızlığımızdan değerli olduğu ölçüde ve hak ettiği sınırlarda alabiliriz. Kendimizi değerli görmediğimiz sürece bir başkasıyla ilişkimiz de sağlıklı koşullar altında ilerleyemez.”
“Mutluluğunu bir başkasına bağlamak, mutsuz olmaktır.”
“Bize bitirme özgürlüğü tanınmayan ilişki, gerçek bir ilişki değildir. Buna anne-babamızla ilişkimiz de dahil”
Kitapta sözü edilen belki de en çarpıcı görüş, özellikle annelerle ilgili olanı. Gerçekten de herkes, her konuda her türlü farklı şeyi söyleyebilir ancak söz konusu anneler olduğunda dünyada neredeyse herkesin benzer duygu ve düşüncelere sahip olduğunu görüyoruz. Bazı konularda bazı annelerin davranışları eleştirilse bile genel anlamda annelerin yaptığı iyilikler, özverileri ve duygularıyla ilgili en küçük bir eleştirinin yapılmadığını görürüz. Özellikle annelerin çocuklarının iyiliği için yapmayacakları fedakarlığın olmadığına inanırız. Ancak bu noktada Kaya, kendi deyimiyle dünyada doğan her çocuğun uğradığı haksızlığı düşünüp kendisinin de bu yaklaşımı dolayısıyla linç edilebilme ihtimalini de göze alarak oldukça cesur olan şu yaklaşımı getiriyor:
“Anne tabusu, dünyada var olan en büyük tabudur. Tabuları olmadığını iddia eden insanlar bile, ne kadar liberal, tanrıtanımaz, şu, bu olurlarsa olsunlar, konu anne olduğu zaman dururlar, anneyi eleştirebilmekle birlikte belli bir sınırdan sonrasını kolay kolay geçemezler. ‘Ne de olsa o senin annen/baban’, ‘anneye karşı gelirsen taş olursun’, hemen hepimizin Demokles’in kılıcı gibi boynumuzu her an altında duyduğumuz kutsal çizgidir.”
“İyi anne yoktur” söylemini kabul edemeyen, kendi sorunlarını anneliğine muhakkak yansıtacağını öngöremeyen, problemi önce kendinde aramayan annenin “iyi anne” olamayacağını iddia ediyorum.”
Buna göre çocuğun bizim bir parçamız olmadığı, onun bir “başkası” olduğu, yani bu anlamda onun bizden “başka” bir varlık olduğu ve tam da bu yüzden değerli olduğu iddiasını dile getiriyor. Aynı şekilde çocuğumuzun varlığı bizimkinden ne kadar bağımsızsa o kadar iyi bir anne-baba olacağımızı ifade ediyor:
“Ne kadar iyi anne-baba olduğunuzun en önemli göstergesi, çocuğunuza ne kadar çok şey öğretebildiğiniz değil, çocuğunuzdan ne kadar çok şey öğrenebildiğinizdir.”
Aynı zamanda kitapta sık sık atıfta bulunduğu yazar Alice Miller’in şu sözünü de anımsatıyor:
“Çocuğun ruhu sizin malınız değildir, anne-babasınız diye onunla dilediğiniz gibi, gelişigüzel oynama hakkınız yoktur.”
Bol alıntılı ve uzun bir değerlendirme oldu sanırım. Aslında belki kendi başına bu bile, kitabın okunmaya değer bir yapıt olduğunu gösteriyor sanki. Özellikle burada yer verdiğim alıntıların yalnızca birer özet olduğunu ve bunun etrafında yazarın önemli tartışmalar yürüttüğünü düşünürsek kitabın iddiası daha net anlaşılır sanırım. Bolca tartışma içeren, şaşırtıcı hatta yer yer şok edici ifadelerle karşılaşma ihtimalinin olduğu bir kitap, “İyi Aile Yoktur.” Okuduğunuzda muhtemelen katılmayacağınız çok nokta da çıkacaktır ancak benim genel anlamda kitaptan oldukça yararlandığımı belirtebilirim.
Aslında salgın nedeniyle her gün çok sayıda kaybın yaşandığı ve dolayısıyla zarar görme olasılıkları nedeniyle özellikle anne-babalarımızın, büyüklerimizin, sevdiklerimizin üzerine titrediğimiz, onlara karşı son derece hassas olduğumuz şu günlerde bu kitabı okumak da onun üzerine yazmak da ne derece uygun düştü bilemedim. Ama diğer taraftan da özellikle sokağa çıkma yasağı nedeniyle evlerimizde olduğumuz bu dönemin hepimizi şöyle ya da böyle ilgilendiren bu konular üzerinde düşünmek için birer fırsat olarak değerlendirilebileceğini de düşündüm. Karar sizin 🙂
Yazarın izniyle belki kitabın da özeti olmayı hak ettiğini düşündüğüm bir cümlesiyle sözlerimi tamamlayayım:
“Sevgi, sevdiğimiz insanın iyiliğini değil, mutluluğunu istemektir.”
(İyi Aile Yoktur, Nihan Kaya, İthaki Yayınları, 2018)
Gülayşen
Kapsamlı kitap incelemenizi merakla okudum. Ufuk açıcıydı. Kaleminize sağlık.