“Hiçbir şey söylentilerden ve ağızdan ağıza dolaşan sözlerden daha fazla labirente benzemez.’’ Attali, Labirentin Tarihi, syf.108
Yaşamlarımız tekinsizlikle gölgelenmiş durumda ve her yerde ayak izlerimiz var. Fas’taki Amerikalı kadın av tüfeğiyle yaralandığında, tüfeğin Japonya’daki sahibine birkaç gün içinde ulaşılabiliyor. Yönetmenin kamerası kâh Japonya’daki kent kalabalığına kâh Fas’taki çöl/çölleşmiş hayatlara uzanıyor. Inarritu izleyiciyi birbirine benzemezliğiyle dikkat çeken dört ayrı ülke-mekâna taşıyor. Meksika-ABD sınırında Meksikalılara yönelen “potansiyel suçlu” bakışı; Japon Chieko’nun yüreğindeki çaresizliğin bedenine ve ruhuna etkileri; Fas’ın ücra köyünde ambulans bekleyen Amerikalı çifti bırakıp giden turistlerin bencilliği…
Film daha en başından çağımızın aymazlıklarına, patlamaya hazır değer yargılarına odaklanıyor. Görüntüler kayıp giderken bu duyguda yanılmadığınızı anlıyor, Weber’i düşünmeden edemiyorsunuz: Yaşananlar “akılcılığın akıl dışılaşması”. Bu sersemletici akıl dışılık, Faslı polislerin ortalığı kana bulayan kovalamaca sahnesi ile Meksika- ABD sınır bölgesinde güvenlik görevlilerinin Amelia ve Santiago’ya yönelen kuşkucu tutumunda doruk noktasına ulaşıyor. Hatta bu iki doruk noktası kendi içinde de tavan yapıyor: Bunlardan ilki, Ahmed’in ağır yaralanmasının ardından Yusuf’un polise abisini kurtarmaları için yalvarması. İzleyiciyi alabildiğine sarsan öyle bir an geliyor ki Yusuf zamanı geri döndürmek istercesine derin bir çaresizliği yaşıyor.
Doruklarda gezinen bir diğer akıl dışılık, sınır polisinin düğünden evlerine dönmeye çalışan yolcularımızı alıkoyması; Santiago’nun bekletilmeye tahammül edemeyerek son sürat kaçmaya yeltenmesi; polisin, sirenlerini çala çala kaçaklarımızın peşine takılması… Inarritu, Amelia ile konuşan memurun sadece sesini bize ulaştırarak onu kimliksizleştirirken tüm bir sistemin eşitlikten uzak katı görüşlülüğünü cisimleştirmek ister gibidir: Akıl dışılık elle tutulur derecede somutlaşmış, maddeleşmiş olur.
İnarritu’nun zamanı lineer değil. Kamerasını ülke-mekânlar arasında dolaştırırken anlatının sürekliliğini zedelemeden olayların oluş sırasını bozuyor. Fakat bunu o anda bulunduğumuz mekândaki zamanın doğrusal akışıyla oynayarak değil de bir ülke-mekândan öbürüne geçiş anında yapıyor. Yine de olayların gerçek zamandaki sürekliliğini zihnimizde sıraya koymakta zorlanmıyoruz.
Filmin başlangıçta ağır ilerleyen, dakikalar geçtikçe hızlanan ve sonlara doğru yine yavaşlayan bir temposu var. Bu temponun dokuya işleyen kıtalar arası ortak vuruşları: Tedirginlik ve merak, öfke, kısa süren mutluluk anları, terk edilme, sevgi arayışı, şiddet, korku, sonunda da hayal kırıklıkları ve hüzünlü teselliler…
Bir de aklımdan çıkmayacak iki anekdot: Birincisi, çölde geçirdikleri gecenin sabahında uyanan Mike, Amelia’ya ‘’Yanlış bir şey yapmadıysak neden saklanıyoruz?’’ diye soruyor ve ekliyor ‘’Sen kötü değilsin’’. Bakıcı ise çocuğa kötü bir şey yapmadıklarını fakat aptalca davrandıklarını söylüyor. Unutulmaz diğer bir sahne, Fas’ın küçük köy meydanından havalanan helikopterin, orada bekleşen fakir -ama her şeyiyle fakir- insanları toza toprağa bulaması.
Filmin sonlarında, dünyanın kocaman aptallığı karşısında, Amelia’nın kendini suçlu hissettiren küçük aptallığını dile getirmesi beni darmadağın ederken Richard’ın ondan para almayı reddeden çevirmene sarılışı içimi aydınlanmıştı.
Asla eskimeyecek bu müthiş filmi izleyin derim.
Hatice Beken
Leave a Reply